27 Eylül 2008 Cumartesi

Ayasofya Gerçeği: Atatürk'ün imzası taklit mi edildi?

Ayasofya Gerçeği: Atatürk'ün imzası taklit mi edildi? 

Ayasofya Camii'ni müzeye çeviren kararname çelişkilerle dolu. Atatürk imzaları birbirine uymazken kararname üzerindeki kayıt numaraları bile birbirine zıt. En ilginç konu ise kararnamede "İbadete kapatılacak" hükmünün bulunmaması. 

Ayasofya, kilise olarak kullanıldığı dokuz yüz yıl Bizans'ın sembol mabetlerinden biriydi. Osmanlı'nın fethiyle, sonrasındaki 500 yılda ibadet edilen bir cami oldu. Şimdi ise bir müze. Cumhuriyet Türkiyesi'nin belki de en fazla tartışılan konularından biri Ayasofya.

Bu tarihi mekanla ilgili yeni bir çalışma kilise, cami, müze üçlemesinde yaşanan sırları deşifre ediyor. Osmanlı Araştırmaları Vakfı tarafından hazırlanan "Üç Devir Bir Mabed: Ayasofya" isimli çalışma, belgeler ışığında Cumhuriyet döneminde muallakta kalmış konulara ışık tutuyor. Yaklaşık 10 yılda hazırlanan eserde "Nasıl müze oldu? Atatürk Ayasofya için ne düşünüyordu? Kararnamede yer alan Atatürk'ün imzası sahte miydi?" gibi soruların cevabı aranıyor.

Ayasofya'nın müze yapılmasına giden süreç, Sultan Abdülmecid döneminde Fossati tarafından yapılan restorasyonla başlıyor. Sabine Schlüter'e göre, arkeolojik yaklaşımıyla Fossati, Ayasofya'ya üçlü bir konum getirdi: Kilise, cami, tarihi anıt. Müzeleşme yolundaki bu ilk adım, Byzantine Institute of America'nın 1931'de başlayan çalışmalarıyla devam etti.

Tartışmaların asıl noktası ise Ayasofya'nın müze haline getirilmesi kararı. Özellikle Atatürk'ün bu konudaki tavrının ne olduğu en çok merak edilen konular arasında. Atatürk'ün Ayasofya ile ilgili sır kalmış görüşleri yine bir sır olarak saklanan üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın aktardığı bilgilerde saklı. Bayar, Atatürk'e Yunan Başbakanı'nın Atina'da kendisine Balkan Paktı'nı kabul edilebilmemiz için Ayasofya konusunu açtığını, "Kamuoyunu memnun edecek bir ortam doğsa, belki bundan yararlanıp bir şeyler yapılabilir." dediğini aktarıyor. Bayar, taviz isteklerini söyleyince Atatürk de ona şöyle cevap veriyor: "Az önce, Vakıflar Genel Müdürü buradaydı. Ayasofya Camii'ni tamir edecek para bulamıyorlar. Bugünkü hali ile harap ve bakımsız. Hatta mezbelelik. Ayasofya'yı müze yapsak, hem harabiyetten kurtarsak, hem Yunanlılara bir jest yapsak Balkan Paktı'nı kurtarabilir miyiz? Öyleyse yapalım." Bayar bu konuşma sonrasında, Ayasofya Camii'nin müze haline dönüştüğünü iddia ediyor.

Ayasofya Camii hakkında, Cumhuriyet dönemi boyunca çıkarılmış 5 Bakanlar Kurulu Kararı bulunuyor. Caminin tamiratı ve üzerinde araştırma yapılmasıyla ilgili kararnamelerin yanı sıra mabedin müzeye dönüştürülmesi kararnamesi de halen tartışılıyor. Ayasofya'nın müzeye çevrilmesi için Ağustos 1934'te İstanbul Müzeler Müdürü Aziz Ogan başkanlığında 9 kişilik bir heyet kurulur. Heyette Tahsin Öz, Efdalettin Tekiner, Prof. Osman Ferid, Alman Prof. Erkhard Ungar gibi önemli isimler vardır. Heyet, Ayasofya'nın etrafındaki ana bina haricindeki bütün eserlerin ortadan kaldırılması ve Ayasofya'nın bir müze olarak hazır hale getirilmesi yönünde 27 Ağustos 1934 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı'na bir rapor sunar. Raporda, ibadet kısmının kapatılıp Bizans Asarı Müzesi haline getirilmesi maddesi yer alır. Sadece Alman Profesör Erkhard Ungar, mabet kısmının aynen açık kalması gerektiği yönünde ısrar eder.

İbadet kısmının kapatılmasına razı olmaz!

Heyetin önerisi aynen uygulanır. Caminin etrafındaki yapıların yıkılması için Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden yardım istenir. Ancak müdürlük, "Ayasofya'nın müzeye çevrilmesi üzerinde söz söylemeyi Evkaf Umum Müdürlüğü salahiyeti dışında bulur." şeklinde cevap verir. Vakıflar Genel Müdürlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı'nın tapu kaydını isteme teklifini de geri çevirir. İstimlak edilen yerlerle caminin ve hariminin bir parselde toplanarak tapu kaydının hazine adına tashih ve tescili istenmişse de Vakıflar, kanunun buna mani olduğundan bahisle teklifi reddeder.

Vakıfların kendi alanında göstermiş olduğu hassasiyeti Atatürk'ün başka bir alanda gösterdiği ortaya çıkıyor. Atatürk, mabedin müze olmasını istemişse de ibadet kısmının müzeyi dönüştürülmesine razı olmaz, hatta bundan rahatsızlık duyar. Gazeteci Ziyad Ebuzziya bu gerçeği şöyle anlatıyor: "Ayasofya işini inceleyen komisyonun cami kısmını da müzeye çevirmek teklifinde bulunduğu Bab-ı Ali'de duyulmuştu. Komisyon'un bu yersiz ve üzücü düşüncesinin, hükümetçe ne dereceye kadar benimsendiğini öğrenmek üzere Velid Bey, beni Maarif Vekili ve Dahilliye Vekiline gönderdi. Abidin Özmen Bey'i (Maarif Vekili) ziyaret ederek Ayasofya hakkında, vekaletinin tasavvurlarını sordum. Rahmetli Ayasofya'nın ibadete kapatılmasının söz konusu olup olmadığını sorunca, irkildi ve 'İbadete kapatmak mı? Komisyon çizmeyi aştı. Böyle münasebetsizlik olur mu hiç? Ayasofya camidir, aynı zamanda da müze olacaktır. Maksat budur.' dedi. Vekilin bu sarih teminatına rağmen endişeliydim. Kendisi Atatürk'ün yakını değildi. Buna mukabil, o sırada dahiliye vekili olan Şükrü Kaya Bey ise, Atatürk'ün yakınıydı. Kendisine gittim. Aynı suali sordum. Rahmetli Şükrü Kaya Bey de 'Kesinlikle söz konusu değil.' dedi ve ilave etti: 'İbadet bölümünü Bizans müzesi yapmak fikrine Atatürk fena halde kızdı.' dedi." Ziyad Ebuzziya, Maarif Vekili'nin Başvekalet'e gönderdiği 14 Kasım 1934 tarihli tezkirede yer alan "eşsiz bir mimarlık sanat abidesi olan İstanbul'daki Ayasofya Camii'nin tarihi vaziyeti itibariyle müzeye çevrilmesinin bütün şark âlemini sevindireceği..." ifadesinin, Ayasofya'nın ibadet kısmının kapatılmayacağını açıkça göstermekte olduğunu ifade ediyor. 

Ancak Dönemin Maarif Vekili Abidin Özmen'in Başbakanlığa gönderdiği bir teklif yazısı Ebuziyya'nın görüşleriyle çelişiyor. Özmen Başvekalete yazdığı teklif yazısında, "Ayasofya, müzeye çevrildiği takdirde İstanbul'un turistik değeri bir kat daha artacaktır. Ayasofya'da namaz kılanlar pek yakınındaki büyük küçük birçok camide dini vazifelerini yapabileceklerdir." ifadesi yer alıyor. Ve Ayasofya 24 Kasım 1934'te Bakanlar Kurulu Kararı ile resmen müzeye çevriliyor.

Ancak, kararnamenin fiziki özellikleri ve kararnamede yer alan Atatürk imzalarındaki çelişki birçok soruyu beraberinde getiriyor. Kararnamenin birinci sayfasında Kararlar Müdürlüğü, ikinci sayfasında Muamelat Müdürlüğü antetli kağıt kullanılmış. Bu farklılık tek başına bir şey ifade etmeyebilir. Ancak farklılığın kararname şartlarındaki diğer tutarsızlıklarla birlikte görülmesi, kararname üzerindeki şüpheyi artırıyor. Bu kararname, 24 Kasım 1934 tarihli ve 1589 sayılı. Halbuki 22 Kasım 1934'te çıkan en son kararname numarası 1590-1606 arasında. Ayasofya kararnamesi bu tarihten iki gün sonra çıkarılmış görünüyor. Dolayısıyla kararnamenin numarası 1606 sayısını takip eden bir sayı olması gerekiyor. Halbuki kararnamenin numarası, tarihi sonra; sayı numarası ise daha önceki tarihlere ait. Üstelik daha önceki ve sonraki tarihlerde de bu sayılı bir Ayasofya kararnamesi bulunmuyor. 24 Kasım 1934'te düzenlenen kararnameler 1613 ve 1614 numaralı. Takip eden 25 Kasım 1934 tarihinde ise bir kararname düzenlenmemiş. Bu durum dikkate alınırsa Ayasofya Kararnamesi muteber değil görüşü ağırlık kazanıyor.

Atatürk'ün imzası

Bir tutarsızlık da kararname üzerinde bulunan ve Atatürk'e ait olduğu bildirilen imzayla ilgili. Atatürk'ün Soyadı Kanunu'ndan önce "Gazi Mustafa Kemal" imzasını kullandığı, Ayasofya Kararnamesi'nin de 27 Kasım 1934 tarihli Soyadı Kanunu'ndan 3 gün önce çıktığı dikkate alınırsa bu çelişki daha da artıyor. Zira Kararname'de ikinci kelimesi küçük 'a' ile başlayan bir yazı şekli ile "K.atatürk" imzası bulunuyor. Tarihçi Cemal Kutay, Atatürk'ün soyadını 26 Kasım 1934'ten sonra yani 27 Kasım'dan itibaren kullandığını belirtiyor. Reis-i Cumhur 'Gazi Mustafa Kemal'e verilen "Atatürk" soyadının kullanılması 2587 sayılı kanun gereğince 27 Kasım 1934'ten sonra mümkün. 

10 yıldır Ayasofya konusunu çalışan Yrd. Doç. Dr. Yaşar Baş, bu ayrıntının göz ardı edilmemesi gerektiğini söylüyor. Baş'a göre Atatürk hukuki olmayan bir riske düşmez. "Bu imza doğru kabul edilirse Atatürk bir gün önceki imzasının aksine, ancak Soyadı Kanunu'ndan 3 gün önce 'Atatürk' soyadını kullanmış." olur diyen Baş, "Atatürk'ün Cumhurbaşkanı olarak kanun çıkmadan önce hukuki olmayan bir riske düşme pahasına Atatürk soyadını kullanarak bir imza atmayacağı ayrıca düşünülmesi gerekiyor. Atatürk'e soyadı verilmesiyle ilgili kanuna göre de Ayasofya Kararnamesi geçerli değildir." diyor.

Atatürk'ün söz konusu kararnamesinde yer alan imzası, normal imzası ile de örtüşmüyor. Bu durum İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü'nün 30 Ocak 1997 tarihinde de sabitleniyor. İsmail Kandemir isimli bir vatandaşın başvurusu üzerine Atatürk'ün imzasını inceleyen Emniyet, bu sonuca varıyor. Ancak Atatürk'ün, müzenin açılışına bizzat katılması gerçeği de göz ardı edilmemeli.

1924 Anayasası'nın 46. maddesine göre Bakanlar Kurulu, hükümetin genel politikasından sorumlu. Bu görevi yerine getirirken kararname de çıkarabilir. Ancak 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun 52. maddesinin 1. fıkrasına göre, böyle bir kararname çıkarılabilmesi için anlaşmazlık halinde müracaat edilmesi gereken en üst mahkeme olan Danıştay'dan bu konuda görüş alınması ve Danıştay'ın mütalaasının da kararnameye eklenmesi gerekirdi. Hukukçulara göre kararname, bu şartlar açısından da eksik olduğu için geçersiz sayılıyor.

Bir diğer tartışma konusu "Ayasofya kimin?" meselesi. Ayasofya vakıf malı ve vakfiyesi de Fatih Sultan Mehmet'e ait. 19 Şubat 1936 tarihli tapu senedine göre, Türkiye Cumhuriyeti tapu kayıtlarında bu gayrimenkul 57 pafta, 57 ada, 7. parselde Fatih Sultan Mehmet Vakfı adına "Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseyi Müştemil Ayasofya-yı Kebir Camii Şerifi" vasfı ile cami olarak tapulu. Vakıflar Genel Müdürlüğü Emlak Dairesi Arşivi'ndeki 1967 tarihli İstanbul Mazbut Hayrat Kütük Defteri'nde de bu mekan cami olarak kayıtlı bulunuyor ve sahibi Fatih Sultan Mehmet gösteriliyor. 

Yaşar Baş, bütün bu eksikliklere rağmen, Ayasofya'nın netameli bir kararnameyle müzeye dönüştürülmesinin birçok hukuk ihlaline sebep olduğunu söylüyor: "Bu uygulamalar halen mevcut olan kanunlara ve Anayasa'ya aykırıdır. Bu hukuki gerekçe bilinmesine rağmen Ayasofya halen gerçek kimliğinden uzak tutuluyor. Kaldı ki, Ayasofya ille de başka bir kişi veya müesseseye mal edilecekse, ki bu doğru bir şey değil, Fatih'in vakfiyesinde kaydedildiği gibi, ancak ve ancak onun vârisi olan kimselere verilebilir. Çünkü Fatih'in şahsi mülküdür ve halen onun üzerine tapuludur."

Girişinde Fatih Sultan Mehmet'in mührünün bulunduğu Ayasofya Vakfiyesi, 63.5 metre uzunluğunda. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü'nde bulunan vakfiye, 1950'de bir sergi için İngiltere'ye götürülüyor. Ancak, büyük zarar görüyor. Yırtılmış, yıpranmış halde tekrar Türkiye'ye getirilen vakfiye yaklaşık 5 metresi eksik geliyor. Kesik parçaların nerede olduğu ve kimler tarafından koparıldığı hâlâ çözülmüş değil. Türkiye'de ilgili makamların bu konuda bir araştırma ve çalışması da bulunmuyor.

Müzenin imamı var!

Ayasofya'nın müzeye çevrilmesinden sonra devam eden bazı uygulamalar da müze ile cami ikilemini gündemde tutuyor. Bu konulardan biri de, Ayasofya'ya imam atamasının tüm bu süre boyunca kesintisiz sürmesi. Ayasofya 1 Şubat 1935'te resmen müze olarak açıldığı sırada 3 imam, 7 müezzin ve 10 kayyım kadrosu bulunuyordu. Sonra bir imamla bir müezzin bırakıldı, diğer görevliler başka camilere atandı. 1950 yılına kadar imam ve müezzin kadrosu, bu tarihten sonra da yalnız imam kadrosu devam etti. Kayıtlara göre, bu tarihe kadar Evkaf Umum Müdürlüğü imamların ve müezzinlerin tayin ve azilleriyle ilgileniyor, maaşları ise vakıf gelirinden karşılanıyordu. Fatih'in Vakfiyesi ve Osmanlı'da uygulanan sisteme bağlı kalınarak görevliler hayat boyu görevde kalırdı. Bu sırada hayatta olduğunu ispatlayan maaşını almaya devam ederdi. Bu durum Ayasofya'nın imamları için de geçerliydi.

Buradan da anlaşılıyor ki, vakfiye müzeye rağmen yürürlükteydi. 1991'de, Mahmut Topbaş caminin resmi imamıydı. Ancak o sırada cami ve 1980'de ibadete açılan Hünkar Dairesi geçici olarak kapalı olduğundan mevcut imam başka camilerde vaaz etmekle görevlendirildi. Aynı yıl Hünkar Diresi ibadete açılınca imam tekrar görevine döndü. Halen Ayasofya Camii'nin bir müezzin kadrosu var ve bu müezzin aslında Ayasofya ile pek de ilgisi olmayan Hünkar Dairesi'nde görev yapıyor.

Envanterindeki kayıp parçalar nerede?

Ayasofya'nın, İstanbul'un fethinden sonra yapılan çeşitli onarım ve imarında Mimar Muslaheddin, Mimar Sinan-ı Atik, Mimar Ayas, Mimar Hayrettin ve Mimar Sinan gibi önemli Osmanlı mimarları görev aldı. Ana yapıya Fatih Sultan Mehmet tarafından medrese; I. Mahmut tarafından kütüphane, imarathane, şadırvan, sıbyan mektebi, sebil, çeşme; Abdülmecid tarafından da muvakkithane gibi önemli eserler ilave edildi. Ancak bu yapılardan günümüze sadece kütüphane ulaşabildi. İkinci dönem Ayasofya'ya ait birçok doku gibi bunlar da zamanla yok oldu. Ancak asıl önemli olan medresenin sebepsiz bir şekilde yıkılmış olması. 

Ali Kuşçu, Molla Hüsrev, Mehmet bin Feramürz gibi alimlerin müderrislik yaptığı bina Daru'l Hilafetü'l Aliye Medresesi olarak 1924'e kadar kullanıldı. Daha sonra İstanbul Belediyesi tarafından öksüzler yurdu haline getirildi. Ayasofya'nın müzeye çevrilmesinden sonra Fatih'in Medresesi bir süre daha yurt olarak kullanıldıktan sonra 1935'de çıkartılan bir kararnameyle "harap olduğu ve Ayasofya görünümünü bozduğu" gerekçesiyle Dönemin Müzeler Genel Müdürü Aziz Ogan tarafından yıktırıldı. Ogan bir mektubunda "Ayasofya gibi tarihi ve mühim bir abidenin yanında olması hasebiyle yıkılması zaruri" bulunduğunu belirtiyor. Medresenin yeri daha sonra 1980'de kazılıp bir plan hazırlandı. Ancak hazırlanan çalışma medresenin yeniden canlandırılması adına hâlâ uygulamaya konulmadı.

Ogan'ın yaklaşımı, caminin minarelerini yıkmak için de kullanıldı. Ayasofya'nın müze yapılma fikri yayılınca, Küçük Ayasofya da bu işin içine alınır ve daha sonra bir gecede minaresi yıktırılır. Aynı durum Büyük Ayasofya'nın da başına gelir; ancak istenilen olmaz. 1940'ta yapılmak istenilen yıkım halkın büyük tepkisiyle karşılaşınca vazgeçilir.

Binanın yapısı kadar, onun bir parçası haline gelen kıymetli dokular da bu sürede büyük zarar gördü ve kayıplara karıştı. Örneğin 1930'da resmi kayıtlara geçmiş iki yüz bin yazma eserin ortalıkta kaldığından söz ediliyor. Ancak bu eserlerin önemli bir kısmının günümüzde nerede olduklarına dair bir bilgi yok. Cami karakterini tamamlayan rahleler, asma kandiller, kandiller arası süsler, sakal-ı şerif, Kuran-ı Kerim çekmeceleri, halılar, yazı levhaları, sandıklı saatler, halı parçaları ve diğer eşyaların akıbeti hâlâ bilinmiyor. Oysa Sultan Abdülaziz devrine ait Ayasofya Camii envanterinde binlerce parça eserin adı geçiyor ve bu eserlerden halihazırda ancak birkaç hat levhası ve depolarda çürüyen şehzade gömlekleriyle halı parçaları bulunuyor. İşin en ilginç yanı ise Ayasofya'dan çıkıp Anadolu'daki bazı müzelere gittiği söylenen eserlerin o müzelere hiç uğramamış olması.

DOÇ. DR. SAİD ÖZTÜRK: İSTANBUL FETHEDİLMESEYDİ AYASOFYA BUGÜN OLMAYACAKTI

Ayasofya konusu çok geniş bir mesele. Bunu tam anlamıyla anlamak için geçmişten günümüze gelen tarihsel süreci iyi analiz etmek lazım. Ayasofya bir semboldür ve siyasi, sosyal bir fonksiyona sahiptir. Ayasofya üzerine yapılmış olan bu en kapsamlı çalışmadan sonra da Ayasofya yine konuşulacak üzerine yorum yapılacak bir mabettir. Biz çalışmamızda hukuki boyutunu, gördüğü tamiratları, günümüze kadarki gelişimini inceledik. Ve gördük ki Ayasofya İstanbul fethedilmeden önce çok zor günler geçirmiş, hatta ciddi bir hasara maruz kalmış. Fetihten sonra ciddi bir imara tabi tutuluyor ve günümüze kadar ulaşacak bir bakım görüyor. Şu net olarak bilinmeli ki İstanbul'un fethi Ayasofya'nın günümüze taşınmasına sebep oldu.

AYASOFYA'NIN SON YÜZYILI

- 1918 ve 1919 yıllarında Ayasofya'nın kiliseye dönüştürülmesi için Patrikhane ve kiliseler ortak karar aldı.
- Aynı tarihlerde Teşkilat-ı Mahsusa'nın dağılmasından sonra kurulan Mim-Mim Grubu'nun Eyüb kanadı kiliseye çevrilmesi halinde camiyi bombalayarak yıkma kararı alır.
- 3 Şubat 1928 tarihinde hutbeler Türkçe olarak ilk defa Ayasofya'da okunmaya başlandı.
- Thomas Whittemore Ayasofya'nın mozaiklerini onarmak ve incelemek için 1931 tarihinde resmi izin aldı. Bu kararın mabedin müzeye çevrilmesine giden sürecin başlangıcını oluşturduğu belirtiliyor.
- 18 Temmuz 1932'de ezan ilk defa Türkçe olarak Ayasofya'da okunmaya başlandı.
- 24 Kasım 1934'ta Bakanlar Kurulu Kararı ile müzeye dönüştürülmesine karar verildi.
- 1 Şubat 1935 tarihinde müzenin açılışı yapıldı.
- 24 Mart 1935'te Fatih Medresesi ortada bir sebep yokken yıktırıldı. Camiye ait binlerce önemli eser yağma edildi.
- 1940 tarihinde Küçük Ayasofya'nın minarelerinin yıkılmasından sonra Büyük Ayasofya'nın minareleri de yıkılmak istendi. Ancak tepki üzerine bundan vazgeçildi.
- İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasından sonra asker sevki sırasında askerlerin durak, dinlenme ve mesken ihtiyacı üzerine 1941'de askeri birliklere tahsis edildi.
- 1950 tarihinde İngiltere'ye gönderilen Fatih Vakfiyesi bir parçası çalınmış olarak geri geldi.
- 12 Mayıs 1975'te Diyarbakır milletvekili Hasan Değer Ayasofya'nın tekrar ibadete açılması için Meclis'e soru önergesi verdi.
- 1982'de Alparslan Koyunlu tarafından Fatih Medresesi'nin temelleri ortaya çıkartıldı.
- 1992 tarihinde Ayasofya'nın tekrar tamirine başlandı.
- 1 Şubat 2002'de Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi'nin bazı üyeleri Ayasofya'nın kiliseye dönüştürülmesi için Konsey'e önerge sundu.

PROF. DR. AHMET AKGÜNDÜZ: (OSMANLI ARAŞTIRMALAR VAKFI BAŞKANI) ÖTEKİ AYASOFYA'YA DİKKAT ÇEKMEK İSTEDİK

Ayasofya çalışmaları daha çok batılılar tarafından Bizans Ayasofyası üzerine yoğunlaşmıştır. Yabancıların Ayasofya üzerine yoğun ilgileri artarak devam edince yerli araştırmacılar da hep aynı kaynaklara yöneldi. Fatih Ayasofyası neredeyse yok sayıldı. Ancak bizim çalışmamızda Bizans Ayasofyası'nın yanı sıra 527 senelik Türk hakimiyetini içeren Ayasofya da yer almaktadır. Bu zamana kadar araştırmacıların çoğu Osmanlı dönemine ait bilgi ve belge mahrumiyetini bahane edip araştırmaya yönelmediler. Örneğin Ayasofya Vakfiyesi bu zamana kadar tamamıyla tercüme edilip incelenmemişti. Halbuki, Osmanlı arşiv kaynaklarının sunduğu mebzul miktardaki doküman karşısında şaşırmamak mümkün değil. Tetkiklerimiz gösterdi ki, Osmanlı dönemi Ayasofya için beş yüz yıla yakın bir parantez içi değil, başlı başına incelenmesi ve araştırılması gereken uzun ve verimli bir dönemi oluşturmaktadır. Biz de Ayasofya'yı bir parantez olmaktan çıkarmak istedik ve umarım başarmışızdır.

Haşim Söylemez, aksiyon.com.tr

--
Arşiv:
http://sivilinisiyatif.blogspot.com
http://osmanlimodeli.blogspot.com

26 Eylül 2008 Cuma

Osmanlı’yı Anlamak: “Para vakfı” örneği ışığında, bir anlama denemesi

Osmanlı'yı Anlamak: "Para vakfı" örneği ışığında, bir anlama denemesi

İzzet Akyol


1641 yılına ait Manastır kadı sicilleri bu bölgedeki 176 köyden 90'ının para vakıflarına müştereken borçlu olduğunu gösteriyor. Bu küçük örnek bile bu kurumun yaygınlığının ve etkinliğinin derecesini göstermesi açısından yeterince anlamlıdır.



AT GÖZLÜKLERİNİ BİLİRSİNİZ. BİZE GÖRE, hayvanın sağını ve solunu görmesini engelleyen, görüş açısını daraltan bu gözlükler, binicilere sorarsanız hayatî önemi haizdir. Çünkü aslolan, atın dört bir yanını görebilmesi değil, görüş sahasının sadece menziliyle sınırlı olmasıdır.

At, at gözlüklerini kendi iradesiyle takmaz. Ama birçoğumuzun gözünde kendi irademizle taktığımız at gözlükleri var. Onun içindir ki, dünyamızda ara tonlara, griliklere pek yer bulunmuyor. Nesneleri ya sütbeyaz görüyoruz, ya da kömür karası. Övgülerimiz de, sövgülerimiz de pek sınır tanımıyor. İnsanlara ya hata yapmaz, mükemmel varlıklar nazarıyla bakıyoruz, ya da sırılsıklam hatalara, yanlışlara gömülmüş zavallılar olarak algılıyoruz. Kısacası sevmediğimiz insanların doğru tavırlarını bile mahkûm ediyoruz: o tavırları bile kötülemek için bin bir kılıf uyduruyoruz. Öte yandan sevdiğimiz insanların yanlışlarını, yine adaletsiz bir yaklaşımla aklamak, tevil etmek, mazur göstermek yoluna gidiyoruz.

Bu tavır, haliyle, diğer davranışlarımızda da makes buluyor. Olayları, kurumları, anlayışları, sistemleri, dönemleri, kısacası hemen herşeyi aynı nazarla değerlendiriyoruz. Tarihle ilgili görüşlerimiz de bundan azade değil. Meselâ Osmanlılara bakışımız. Kimilerine göre, onlar Asr-ı Saadet misali, her yönüyle örnek alınması gereken ulaşılamaz bir toplum örneği oluşturuyorlar. Aksini düşünenler de var. Onlar da Osmanlıların yerden yere vurulması, kıyıda-köşede kalmış her ne eksikleri varsa bulunup çıkarılması gereken, kokuşmuşluk nümunesi bir toplum olduğu fikrindeler. Nitekim, her iki müfrit yaklaşıma ilişkin tavırlara sık sık tesadüf ediyoruz. Burada konu edindiğimiz, Osmanlıda "vakf-ı nukûd" bahsi de, birinci —yani hasenat hesabına seyyiatı gizleyici— türden aşırılığa bir örnek oluşturuyor.

Para vakıfları diye Türkçeleştirebileceğimiz "vakf-ı nukûd" ya da "evkâf-ı nukûd" kurumunun işleyişi kısaca şöyle özetlenebilir: Bir hayırsever belli miktarda nakit parayı vakfeder ve vakfın başına getirdiği mütevelli de bu parayı —diğer işletme tarzlarına ilaveten— vakıfnâmede belirtilen oranı aşmamak kaydıyla istirbâh eder, gelirini de yine vakıfnâmede belirtilen yerlere harcar. (İstirbâh: faize yatırma, fazla faizle para verme, verilme; Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat. Meraklısı için, dil konusunda sözü senet sayılan Redhouse'ın kaleminden gâvurcasını da verelim: "An asking or borrowing money on interest," J. W. Redhouse, A Turkish and English Lexicon.) Vakıfnâmeler bu işlemin ayrıntılarıyla doludur. Osmanlı dönemine ait kimi fetvalarda "Murâbaha-i mer'iyye ile muâmele," [murâ-baha: tefecilik, F. Devellioğlu,] "onu onbire is-tirbâhı meşrûta olan [şart koşulan] nukûd-u mevkûfe [nakit para]," "şuhûd mahzarlarında [şahit huzurunda] istir-bâh olunup şahitsiz istirbâh olunmaması meşrûta olan nukûd-u mevkûfe," "ancak rehin ile istirbâhı meşrûta olan nukûd-u mevkûfe," "rehîn-i kavî [sağlam rehin] ile istirbâhı meşrûta olan nukûd" gibi ifadelere sıklıkla rastlanır. (bkz., Fetevây-ı Âlî Efendi, İstanbul, 1272).

Ne kadar şaşırtıcıdır ki, 1500'ler ve 1600'ler Osmanlı iktisadî düzeni içinde merkezî bir rolü olan bu kurum hakkında, şimdiye kadar pek az araştırma yapılmış. Bunların büyük çoğunluğu da, Osmanlıların aslında şeriatçı olmadığını her fırsatta kanıtlamaya çalışan "Atatürkçü-Osmanlıcı" Ömer Lütfi Barkan'a ait. Öte yandan, Ahmet Akgündüz de İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi adlı kitabında konuya kıyısından bucağından değiniyor; ama konuyu yalnızca fıkıhta nakit paranın vakfedilmesinin caiz olup olmadığı bağlamında değerlendiriyor. Faiz konusunda ise "Bu iddialara kısmen hak vermek ... ve vâkıada az da olsa görüldüğünü kabul etmek mümkün olsa bile" kaydını düşmekle birlikte "Osmanlı Devleti'nin faizi uyguladığını söylemek mümkün değildir" sonucuna varıyor.


MİNAREYE KILIF:

Bir beldede âlim nâmına olan Zeyd, vakf-ı nukûd haramdır, vakf edenler ehl-i nârdır, devr ile hâsıl olan ribh dahî haramdır, ânı ekleden imâma iktidâdan men'etmekle ekser-i mesâcidin ta'tîline ve ol belde ehâlisi beyinlerinde ihtilâle bâis olup ve bunun emsâli kelimât ilkâsiyle fitne zuhûru havf olunsa şer'an Zeyd'e ne lâzım olur?

el-Cevâb: Ta'zîr-i şedîd ile men' ve zecr olunur, mümteni' olmazsa rücû' edinceye kadar zindanda habs olunur.

Behçetü'l Fetâvâ,

İstanbul 1266, s. 150.



Hind Zeyd'e verdiği akçesi için Zeyd'in üzerinde bir sene tamâmına dek, onu onbir buçuk hesâbı üzere muâmele-i şer'iyye ile, şu kadar akçe ribh ilzâm idüb, sene tamâmında Zeyd'den ribh-i mezbûru alsa, ribh-i mezbûr helâl olur mu?

el-Cevâb: Olur.

Fetevây-ı Âlî Efendi,

İstanbul 1272, s. 222


Kayıtlara göre Osmanlılarda ilk para vakfı 15. yüzyılın ilk yarısında tesis edilir. 1423'de Edirne'li Hacı Yağcı Muslihuddin adlı bir zat Ağaçpazarı'ndaki bazı dükkânlarını ve 10.000 akçesini vakfeder. Yüzde 10 ile "istirbah" edilecek olan bu paranın geliri Kilise Camii'nde her gün Kur'ân okuyacak üç kişiye verilecektir. 1442'de de Osmanlı valisi Balaban Paşa 30.000 akçesini vakfeder ve bu para da "onu onbir hesabı üzere istirbah" edilecektir.

Fatih döneminde para vakıflarının sayısında hafif bir artış gözlenir. Araştırmalar bu dönem boyunca İstanbul'da kurulan bütün vakıfların yüzde 16'sının para vakfı olduğunu gösteriyor. (Ö. L. Barkan ve E. H. Ayverdi, İstanbul Vakıflar Tahrir Defteri, 953 [1546] Tarihli) Hatta Fatih Mehmed'in kendisi bile bir para vakfı kurar. Vakfettiği 24.000 altının geliri, et fiyatlarındaki artışı engellemek amacıyla ilgililere ödenecektir.

1500'e gelinceye kadar para vakıflarının İstanbul'daki toplam vakıflar içindeki oranı her yıl yavaş yavaş artar. 1505'te ise sayı itibarıyla olarak çoğunluğa ulaşır. 1533'te ise, vakfedilen değer olarak da birinci sıraya yerleşir. Rakamlar bu durumun yalnız İstanbul'a özgü olmadığını gösteriyor. Nitekim 1531 tarihli Ankara Vakıf Tahrir Defteri üzerine yapılan bir araştırma, sözkonusu yıl içinde tescil edilen vakıfların yarısının tamamen veya kısmen para vakfı olduğunu gösteriyor. Aynı paralelde, daha birçok örnek bulmak mümkün.

İslâmın faiz konusundaki tavizsiz hükümleri hatırlanırsa, para vakıflarının o dönemde ciddi ihtilaflara yol açtığı kolaylıkla söylenebilir. Para vakıflarına taraftar olan âlimler, başlangıçta nakit para vakfetmenin şer'an sahîh olduğunu belirtmenin dışında pek birşey söylemezler. 1530'lara kadar ortalık sakindir. Görünürde bu kuruma karşı bir tepki yoktur. Bu durum Rumeli Kazaskeri Çivizade'nin 1545'te para vakıfları uygulamasına şiddetle muhalefet eden beyanlarıyla değişir. Derinden derine devam eden çatışma açığa çıkar. Bundan böyle para vakıfları konusu ulema arasındaki en ciddi ihtilaf konularından birini oluşturur.

Para vakıflarına taraftar olanlar, bu tavırlarını şeriatın teâmül ve istihsân ilkeleriyle meşrulaştırmaya çalışırlar. Hatta Halveti şeyhi Bâlî Baba konuyla ilgili olarak Kanunî Süleyman'a hitaben yazdığı mektupta, "icma-ı ümmet"i de işin içine sokar. Ona göre, ümmetin üçyüz yıldır uygulamakta olduğu bir kurumun şeriata uygun olmaması sözkonusu değildir. Çünkü "ümmet bir yanlış üzerinde üçyüz yıl şöyle dursun, üç gün bile ittifak etmez." Eğer para vakıfları yasaklanırsa, ona göre, ortada iki tür hatadan söz edilebilecektir. Ya üçyüz yıldır buna cevaz veren ulemâ hatalıdır, ya da şimdi bunu yasaklamaya kalkanlar. Bâlî Baba sözü, "Bu türediler de kim oluyor ki üçyüz yılın ulemâsına kafa tutuyorlar" demeye getirir.

Öte yandan İmam Birgivî para vakıflarına karşı olanların safında, en başta yer alır. Ölümünden bir yıl önce kaleme aldığı es-Seyfü's-Sârim fî Ademi'l Cevâzü'l Menkûl ve'l-Derâhim adlı kitapçığında, bu vakıfların gerek yapısı gerek sonuçları itibarıyla şeriata mugayir olduğu, çünkü yapılan muamelenin faize girdiği konusunda sıkı deliller sunar. Bu risaleden hemen sonra yazdığı et-Tarîkatü'l Muhammediyye adlı kitabında da, para vakıflarını günün en önemli şer kaynaklarından biri olarak nitelendirir.

Ne var ki bu fikirler o zamanın Osmanlı toplumunda pek rağbet görmez. Gerek kimi ulemâ, gerekse halkın bir kısmı çeşitli gerekçelerle para vakıflarının yanında yer alır. Hatta Behçetü'l Fetâvâ adlı fetva mecmuasında yer alan bir fetvaya göre, vakf-ı nukûdun haram olduğunu söyleyerek "ol belde ehâlisi beyinlerinde ihtilâle bâis" olan kişinin "ta'zîr-i şedîd ile men' ve zecr" olunması; "mümteni' olmazsa rücû' edince"ye dek "zindanda habs" olunması gerekir. Yani, bir kişi "Bu iş faize giriyor, o yüzden haramdır" diyorsa, önce uyarılır ve şiddetle azarlanır. Yine de aynı kanaati serdetmeye devam ederse, zindana atılır.

Gerek bazı halk kesimleri nezdinde, gerekse kimi ulemâ arasında destek bulan para vakıfları 17. yüzyıl Osmanlı toplumunu derinden etkiler. Mesela 1641 yılına ait Manastır kadı sicilleri bu bölgedeki 176 köyden 90'ının para vakıflarına müştereken borçlu olduğunu gösteriyor. Bu küçük örnek bile, bu kurumun yaygınlığının ve etkinliğinin derecesini göstermesi açısından yeterince anlamlıdır. Aynı şekilde, istendiği kadar faydası ileri sürülerek şeriata yamanmaya çalışılsın; şeriata aykırı birşeyin gerçek anlamda fayda getirmediğinin de…

Osmanlı iktisadî ve sosyal yapısı açısından bu denli önemli olan para vakıfları 17. yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı ekonomisini kasıp kavurmakta olan enflasyon sebebiyle sendeler, 18. yüzyılda ise ortadan kalkar. Ribh, istirbâh, muâmele konulu tartışmalar; helâl midir, haram mıdır konulu ihtilaflar da, böylelikle son bulur.

Para vakıfları bugün için gündemimizde yok. Ama "faiz" hâlâ, üstelik alabildiğine yoğun bir şekilde hayatın gündeminde. Dolayısıyla yalnız dünü değil, bugünü de anlamak için; ya da bugüne nasıl gelindiğini anlamak için, "vakf-ı nukûd" gibi kurumların farkında olmak gerekiyor. Kimbilir, tarihe gerçekten ibret nazarıyla bakmaya belki ancak o zaman başlayacağız. Çünkü işte o zaman anlayacağız ki, dünyada herşey ya siyah, ya beyaz değil. Biz kesinlikle çok mükemmel olduğumuz halde dıştaki kötüler yüzünden kötü duruma düşmüş değiliz. Meselâ, "laik cumhuriyet" ya da onun önderi birden zenbille önümüze inmedi; yüzlerce yıllık ihmaller, imanî lâkaytlıklar o meyveyi verdi. Yine o zaman anlayacağız ki, dışarıda düşmanlar var olabilir; ama asıl düşman kendi içimizde. Yine anlayacağız ki, kader adalet ediyor!

Ne dersiniz, topyekün yeni bir imanî uyanışın eşiğine varmak, biraz da bu muhasebelere bağlı görünmüyor mu?

  10/05/2004

© 2008 karakalem.net, İzzet Akyol



--
Arşiv:
http://sivilinisiyatif.blogspot.com
http://osmanlimodeli.blogspot.com

25 Eylül 2008 Perşembe

Kaç yüz bin Osmanlı askeri hastalıktan öldü?


Kaç yüz bin Osmanlı askeri hastalıktan öldü?
Prof. Dr. Hikmet Özdemir'in Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Ordusu'nun kayıpları üstüne gerçekleştirdiği "Osmanlı Ordusu 1914-1918"" başlıklı araştırması ABD'de Utah Üniversitesi tarafından yayınlandı.

Prof. Özdemir, ABD'nde ciddi bir üniversite tarafından basılan kitabında, Birinci Dünya Savaşı'nda Ermeni kayıplarının gerçek nedeni üstüne dönemin Osmanlı Hükümeti'ne yöneltilen suçlamaların haksızlığını belgelerle ve bilimsel mantıkla çürütüyor. 274 sayfalık kitap Utah Üniversitesi tarafından dağıtıma verildi ve dünyanın en büyük kitap pazarı olan Amazon'da Türkiye ile ilgili çok satan kitaplar listesinde birinci sırada yeraldı.

-OSMANLI KAYIPLARI-

Prof. Özdemir'in araştırması, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı askeri kayıplarındaki bilinmeyen gerçeği ortaya çıkardı. Askeri tarih alanında dünya literatürüne katkı olarak kabul edilen ve bir ilk olan bu araştırmaya gore, Osmanlı askeri kayıplarının yüksek oluşundaki gerçek neden, çatışmalar değil, savaş bölgesinde özellikle Doğu Anadolu vilayetlerinde baş gösteren ve beklenmedik bir hızla yayılan tifüs salgını. En yüksek ölümlerin gözlemlendiği Doğu Anadolu'da askeri hastane kayıtlarına göre 3. Osmanlı Ordusunda 116 bin asker, 2. Osmanlı Ordusunda 67 bin asker olmak üzere toplam 183 bin asker hastalıktan öldü. Suriye Cephesinde Cemal Paşa komutasındaki 4. Osmanlı Ordusunda hastalıktan ölen asker sayısı ise 65 bin. Prof. Özdemir araştırmasında yer alan bu sayıların askeri hastane kayıtlarına dayandığını, hastanelere ulaşamadan yollarda ölümlerle, asker kaçakları arasındaki ölümlerin bilinemediğini bu nedenle gerçek sayının "çok daha yüksek" olduğunu özellikle vurguluyor. 
İngiltere'de, İsviçre'de ve Türkiye'de de Genelkurmay Arşivinde gerçekleştirilen bu araştırmanın dönemle ilgili literatür açısından bir diğer önemli katkısı, o sırada savaş alanında oturan veya bulunan sivil halk arasındaki ölümlerin önemli bir nedenini ortaya koyması.

(ANKA)


--
Arşiv: http://sivilinisiyatif.blogspot.com

23 Eylül 2008 Salı

Osmanlı'da en yüksek maaş kimindi?


Osmanlı'da en yüksek maaş kimindi?
600 sene dünyaya hakim olancihan imparatoru Osmanlılarda en fazla maaşı padişah alıyor sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. İşte bu sorunun cevabı:

Benjamin Franklin Ödüllü yazar Aslı Sancar, Osmanlı Devleti'nde en yüksek maaşı padişahların değil Valide Sultanlar'ın aldığını söyledi. Sancar, "Valide Sultan"a, padişahın maaşının 3 katı veriliyordu" dedi."Osmanlı'da Kadının Yeri" üzerine araştırmalar yapan ünlü yazar Aslı Sancar, batının Osmanlı Kadını hakkındaki peşin hükümlerini "Osmanlı Kadını: Efsane ve Gerçekler" isimli kitabıyla silmeyi başardı. Sancar'ın İngilizce olarak kaleme aldığı eser, Avrupa'nın en prestijli ödülü olan Benjamin Franklin'e layık görüldü. 2008 yılı Tarih/Politika ve kapak tasarımı kategorilerinde ödülleri kucaklayan kitap, batının Osmanlı kadını hakkında doğru bildiği yanlışları, tarihi belgelerle düzeltiyor. 

KAYITLAR İNCELENDİ

Sancar şöyle konuştu; "Avrupalılar, Osmanlı kadını hakkında bilgi edinebileceği kaynak konusunda sıkıntı yaşıyor. Batı, yıllarca Osmanlı Devleti'nin kadına 2. sınıf vatandaş muamelesi yaptığını düşündü. Kadının hapsedildiğine inandırıldılar. Kitabı okuyunca da Osmanlı'nın gözlerindeki imajının değiştiğini belirttiler. Bu beni çok mutlu etti." 

Osmanlı Devleti'nde kadına olağanüstü hakların verildiğini anlatan Sancar, mahkeme kayıtlarını incelediğini belirtti. Sancar sözlerini şöyle sürdürdü; "İngiltere'de yüz yıl öncesine kadar kadının dava açma ve mal sahibi olma hakkı yoktu. Ancak eşi üzerinde mahkemeye gidebilirdi. Kendi malı varsa bile evlendiği zaman bütün hakkı eşine geçiyordu. Osmanlı'da ise kadın dava açabilir, evlilik kontratı imzalayabilir, eşinin mirasından yararlanabilirdi. Kadın, eşine verdiği parayı bile geri isteyebilirdi." 

ADALETLİ DAĞILIM

Sancar, Osmanlı'da kadının hapsedildiğinin doğru olmadığının da altını çizdi. Dönemde kadınların çeşitli işlerde çalıştığını belirten ünlü yazar, her birinin de hakkının verildiğini kaydetti. Sancar, sarayda çalışan işçiden padişaha kadar herkesin maaş aldığını söyleyerek, "Ben en yüksek maaşı sultanın aldığını düşünüyordum. Araştırmalarım sonucunda Valide Sultan'ın maaşının oğlunun maaşından yüksek olduğunu gördüm. Hatta Valide Sultan'a, padişahın maaşının 3 katının verildiği öğrendim" dedi.

GEÇMiŞE GÖNÜL VERDi

Asllıı Sancarr 1944''tte Amerika'da doğdu. Ohio State Üniversitesi İngiliz Edebiyatı Bölümü'nü bitirip, aynı bölümde master yaptı. 2 yıl öğretim görevlisi olarak çalıştı. Eşiyle üniversite okurken tanıştı. 1969'da Müslüman oldu. 1976'da Türkiye'ye yerleşti. 1980'de Osmanlı'da Kadın ve Aile Dergisi'nde yazılar yazdı. Türkiye'de Osmanlı Kadını'nın hayatını, hakkında karşılaştığı yorumların doğru olmadığını düşünerek araştırmaya başladı.



--
Arşiv: http://sivilinisiyatif.blogspot.com

İngiltere, Osmanlı modelini deniyor

İngiltere, Osmanlı modelini deniyor

İngiltere, çağımızın en ilginç deneylerinden birine kalkıştı. Türkiye'de lafı bile dudakları uçuklatan bir şeyi sınıyorlar: Çok hukukluluğu...

Sunday Times, Müslümanların yoğun olarak yaşadığı 5 büyük kentte şeriat mahkemeleri kurulduğunu duyurdu.
Londra, Birmingham, Bradford, Manshester ve Warwickshire'da kurulan (Glasgow ve Edinburgh'da da kurulacak olan) şeriat mahkemeleri, boşanma, aile içi şiddet, mali anlaşmazlıklar gibi sosyal konularda karar yetkisine sahip olacak. Kararlar, ancak Bölge Mahkemesi ve Yüksek Mahkeme'nin onayıyla yürürlüğe girebilecek; davalı ve davacının ortak rızasıyla uygulanabilecek.

* * *

Tartışmayı 77 milyon Anglikanın lideri, Canterbury Başpiskoposu Rowan Williams başlatmıştı. Şubat ayında, İngiltere'de yaşayan Müslüman kadınlara peçe yasağı getirilmesini eleştirirken, "Hükümet dini semboller konusunda karar vermemeli. Bunu Çin denedi, başarısız oldu. Dini kısıtlamalar İngiliz toplumunu yanlış bir laiklik anlayışına sürüklüyor" demişti.

Williams'a göre, İngiltere'nin bazı yurttaşları kendilerini İngiliz hukuk sistemine bağlı hissetmiyorlardı. O halde  Müslümanlar "kültüre bağlılık" ile "devlete bağlılık" gibi iki keskin alternatif arasında seçime zorlanmamalı, ailevi ve mali meselelerde isterlerse şeriat kanunlarını uygulayabilmeliydiler.
"Bu, onların kendilerini İngiliz toplumunun bir parçası hissetmeleri için elzem"di.

* * *

İlk söylendiğinde kıyamet koparan bu sözler, şimdi uygulamaya konuyor.
Uygulamayı eleştirenler, bunun ülkede resmi hukuka paralel ikinci bir hukuk sistemi doğuracağından kaygılanıyorlar.
Kararı savunanlar ise, şeriat hukukunun İngiltere'deki Müslüman toplumda zaten Şeriat Mahkemesi adıyla faaliyet gösteren yapılar bulunduğunu, son uygulamayla bu yapıların resmi denetim altına alınmış olacağını belirtiyorlar.

* * *

Tartışması yıllara yayılacak bıçak sırtı bir konu bu...
Ama asıl ilginci, gelinen noktanın, Osmanlı'nın hukuk sistemine yakın bir görünüm arz etmesi...
Osmanlı'da da "millet sistemi" çerçevesinde "gayrimüslim cemaatlerde kamu alanına sıçramayan hukuki-cezai durumlarda karar alma, uygulama, denetleme yetkisi ruhani başkanlara bırakılmıştı."
Murat Belge bunun gerekçesini şöyle izah eder ("Osmanlı'da Kurumlar ve Kültür", Bilgi Üniversitesi Y., 2005):
"Devletin dini olan İslam, tebaa içinde büyük sayıda insanın dini olmayınca hem bu farklı dinlere hoşgörü sağlayan, hem de pratik düzeyde adaleti garanti altına alan bir İslam anlayışı ve somut politikası zorunlu oluyordu."
Tanzimat'la gelen şey, o güne dek "hoşgörü" çerçevesinde göz yumulan bu uygulamanın dış baskıyla hukuki güvence altına alınmasıdır. Ama bununla "mevcut teokratik devlet ilkesinden de bir kopuş başlamıştır." (Bülent Tanör, "Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri", YKY, 1998)

* * *

Şimdi İngiltere, bugüne dek "hoşgörü çerçevesinde göz yumulan" bir uygulamayı, biraz da "iç baskıyla" hukuki güvence altına alıyor.
Bu, Başpiskopos Williams'ın umduğu gibi, Müslüman göçmenlerin kendilerini İngiliz toplumunun bir parçası gibi görmelerine mi hizmet edecek, yoksa laik hukuktan bir kopuşun başlangıcı mı olacak?

Bu sorunun cevabı, insanlığın 21. yüzyılını belirleyecek kadar önemli...

CAN DÜNDAR - MİLLİYET



--
Arşiv: http://sivilinisiyatif.blogspot.com

22 Eylül 2008 Pazartesi

ARŞİV

'İran'la Osmanlı tek devlet olsun'

'İran'la Osmanlı tek devlet olsun'
Türk tarihinin en önemli devlet adamlarından R.Mehmed Paşa, mezhep anlaşmazlıklarının ortadan kalkmasını ve İran'la Osmanlı'nın tek devlet hâlinde birleşmesini temenni etmişti.

18. Yüzyıl'ın ilk yarısında asırlar boyunca çatışan Osmanlı ile İran arasında bir yakınlaşma başlamıştı. İki ülkenin çatışmasının verdiği zararları çok iyi bilen ve bu görüşmelere de katılan Türk tarihinin en önemli devlet adamlarından Ragıb Mehmed Paşa, mezhep anlaşmazlıklarının ortadan kalkmasını, hatta iki devletin tek devlet hâlinde birleşmesini temenni etmişti.

İran Devlet başkanı Ahmedinejad ülkemizi ziyaret ediyor. Son zamanlarda İran'la Türkiye arasında ilişkiler gelişmeye başladı. Türkiye'nin bütün komşularıyla çatışma yerine ilişkilerini geliştirmesi ülkemizin menfaatinedir. Milletlerin dostları değil çıkarları vardır. Bu çıkarlar da çatışmayla değil iyi ilişkiyle ortaya çıkar. Özellikle komşularımızla kuracağımız iyi ilişkiler hem bizim, hem de onların lehine olacaktır.

İRAN'IN TAMAMI FETHEDİLİYORDU


18. yüzyılın başlarında İran'da Safevi hakimiyeti sal­lanmaya başlamıştı. Safevi Devleti'nin içinde bulunduğu durumdan istifade eden Rus Çarı Petro, 1723 sonbaharında Kafkasya üzerine yürüdü. Azerbaycan'a girerek, Derbend ve Bakü'yü ele geçirdi. Osmanlılar, Ruslar'ın hızla ilerleyerek İran'ın içlerine girecekle­rinden korktular. Ayrıca Safeviler'in çöküşünden istifade edil­mesi de düşünüldü. 1723'te Osmanlı ordusu üç koldan İran'a girdi. Tiflis, Gori, Nahcivan, Revan, Gence fethedildi. Başlan­gıçtaki bu başarılar seferi İran içlerine yöneltti. 1725'te Kirmanşah, Meraga, Nihavend, Hemedan, Tebriz ve Erdebil ele geçirildi.

Osmanlı idaresi ve halkı büyük sevinç içerisin­deydi. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman za­manlarında bile bu kadar büyük başarı elde edilememişti. Neredeyse İran'ın tamamı alınıyordu. Ancak Safevi hanedanını yıkarak İran'da idareyi ele alan Avşarlar'ın reisi Nadir Şah, Osmanlılar'ın fethettikleri bütün yerleri geri aldı. 1736 yılında savaşlara son vermek için yapılan sulh görüşmelerinde ise siyasi hadiselerin yanı sıra, o zamana kadar İran'la yapılan antlaşma müzakerelerinde hiç tartışılmamış olan dini meseleler gündeme geldi.

MEZHEP TARTIŞMALARI

18. yüzyıldaki Osmanlı-İran mücadelesinin en ilginç yönü askeri mücadeleler değil, mezhep tartışmalarıdır. 16. yüzyıldan itibaren iki devlet arasındaki mücadeleler sonunda Osmanlılar, yapılan antlaşmalara tebarriliğin menini koydur­muşlardı. Tebarriliğin meni, İran'daki dini mekânlarda Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ayşe'ye kötü laf söylenmesinin engellenmesidir.

Nadir Şah, İran'da hakimiyet kurduktan sonra geleneksel Şia'yı sona erdirmiş ve İran'ı, Caferiliğe geçirmişti. Caferilik, Şiiliğin Sünniliğe en yakın olan mezhebiydi. Nadir Şah, Osmanlılar'a karşı üstünlük sağladıktan sonra yapılan barış gö­rüşmelerinde toprak taleplerinin yanısıra, değişik bazı istek­lerde de bulunmuştu. Bu istekler şunlardı:

1- İran hacıları için bir emir-i hac tayin edilmesi.

2- Caferiliğin beşinci mezhep olarak kabulü ve Kâbe'de mezheplerine bir rükün tahsisi.

3- Osmanlılar'ın İsfahan'da, İranlıların İstanbul'da bir şehbender bulundurması.

İranlı elçiler, 1736 yılı ortalarında bu isteklerle İstanbul'a geldiklerinde Osmanlı devlet adamları toplanarak mezheple ilgili talepleri tartıştılar. Daha sonra iki devlet heyetleri ara­sında sekiz toplantı yapıldı. Osmanlı heyetinde, daha sonra sadrazam olacak Koca Ragıb Paşa da vardı.

24 Eylül 1736 tarihli son görüşmede müzakereler bir neti­ceye bağlanarak, bir antlaşma imzalandı. İran hacılarına İran kökenli bir emir-i hac tayini ve şehbender bulundurulması maddelerinde anlaşılmıştı. Ancak Osmanlı uleması Caferiliğin beşinci mezhep olarak tanınmasını kabul etmemişti. Bu mese­leleri İran uleması ile müzakere için Osmanlı ulemasından iki kişinin İran'a gönderilmesine karar verildi.

İKİ DEVLET BİRLEŞSİN

Nadir Şah, yeni bir antlaşma için 1741'de I. Mahmud'un hükümdarlık döneminde İstanbul'a bir el­çilik heyeti gönderdi. Şah, yine Caferiliğin beşinci mezhep olarak tanınmasını istemekteydi. Ragıb Paşa bu sıralarda reisülküttaplık makamındaydı ve antlaşma masasında Os­manlı Devleti'ni temsil etmekteydi.

Mezhep meselesi Osmanlı uleması arasında tartışılırken Ragıb Paşa, "Hak mezhep dörttür. Lakin padişahımızın haki­miyeti altında bulunan topraklarda kadılar, padişahımızın Ha­nefi mezhebinden olması sebebiyle dört mezhepten olanların davasına dahi Hanefi mezhebi üzere içtihat edip hüküm verir­ler. Caferi mezhebi bile tasdik olunsa yine Osmanlı memleke­tinde Hanefi mezhebi geçerli olur. Bu tasdik sözü çok önemli değildir. Bunun için otuz seneden beri Anadolu harap ve nice yüz bin nüfus telef ve hazine boş kaldı. Bundan başka devletin Moskov ve Nemçe (Avusturya) gibi düşmanları da sahneye çıktı ve yine Acem (İran) mezhep kavgası için sefer açtı. Kuru bir söz için böyle zaruri bir durumda şeriatın müsaadesi vardır" demişti. Onun bu lafları üzerine Darüssaade Ağası Beşir Ağa, "Bir daha bu sözü ağzına alma, madem ki ben hayattayım, dört mezhebe Caferiliği beşinci olarak koydurtmam" diye cevap vermişti.

Osmanlı tarihinin en meşhur ve muktedir devlet adamlarından olan Ragıp Paşa aynı zamanda şair ve tarihçiydi. Osmanlı nesrinin en ustaca yazılmış eserlerini kaleme aldı. Ragıp Paşa mezhep tartışmalarını anlattığı Tahkik ve Tevfik isimli eserinde, Sünni ve Şii mezhepleri arasındaki an­laşmazlıkların ortadan kalkmasını, her iki İslâm devletinin birbiriyle yakınlaşmasını ve hatta tek devlet hâlinde birleşme­sine vesile olmasını temenni etmiştir. Ancak Ragıp Paşa'nın bu görüşlerine rağmen Osmanlı yönetimi, Na­dir Şah'ın bu ikinci teklifini kabul etmemişlerdir. Nitekim Na­dir Şah da daha sonra bu meseleyi Osmanlılar'a kabul ettireme­yeceğini anlayınca, Caferiliğin beşinci mezhep olarak tanınması isteğinden vazgeçmiş ve 1746 antlaşması imzalanmıştır.

İRAN'DA 900 YILLIK TÜRK HAKİMİYETİ


Osmanlı tarihi boyunca İran'la mücadelelerde karşı tarafta hemen hemen her defasında Türkler vardı ve bunların çoğu da Anadolu Türkleriydi.

10. yüzyılın sonlarında Gaznelilerin İran'da hakimiyet kurmasından 20. yüzyılın başlarına kadar bu ülkede hakim olan unsur Türkler'di. İran'da Türk hakimiyeti ilk olarak Gazneliler'le başladı. 1040'taki Dandanakan Muharebesi'nden sonra Büyük Selçuklular kısa sürede İran'ın büyük bir bölü­münü ele geçirdiler. Büyük Selçuklulardan sonra İran'da Türk kökenli atabeylikler ve Harizmşahlar hüküm sürdüler. Daha sonra 13. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Moğol hakimiyeti başladı ve İlhanlı Devleti 14. yüzyılın ortalarında sona erdi. İlhanlılar'ın ardından 100 yıl kadar devam eden Celayirli Dev­leti'nin yerini Muş bölgesinde yaşarlarken İran'a hakim olan Karakoyunlular aldı.

Büyük bir imparatorluk kuran Timur, 14. yüzyılın sonla­rında İran'ı da ele geçirdi. Timurlu hakimiyeti 15. yüzyılın ortalarında Karakoyunlular tarafından sona erdirildi. Karakoyunlular'ın İran'daki hakimiyetlerine de 1467'de Diyar­bakır bölgesinde yaşayan Akkoyunlu Türkmenleri son verdi. Akkoyunlu Devleti de yine Anadolu'dan giden Türkmen aşi­retleri tarafından sona erdirildi. 1501'de İran'da Safevi Devleti kuruldu. Safevi Devleti, 1736'da sona erdi ve İran'da başka bir Türk boyunun, Avşarlar'ın hakimiyeti başladı. Nadir Şah'ın ölümünden sonra Avşarların yerini, Lur asıllı Zend hanedanı aldı. 18. yüzyılın sonlarında İran'a yine bir Türk boyu olan Kaçarlar hakim oldu. 1921'de İran'da bir darbe ile yönetimi ele geçiren Rıza Şah Pehlevi'nin kendisini 1925'te şah ilân etme­siyle İran'da Türk hakimiyeti sona erdi.

İRAN'LA YAPILAN SAVAŞLAR BİZE PAHALIYA MAL OLDU

16. yüzyılın başlarında, İran'da Safevi Devleti'nin tarih sahnesine çıkması ve batıdaki Osmanlı topraklarına yönelik birtakım faaliyetlere girişmesinden sonra ilk Osmanlı-Safevi karşılaşması 1514'te Çaldıran Ovası'nda meydana gelmiş ve savaşı Osmanlılar kazanmıştı. Ancak bu muharebe ne kazanan ne de kaybeden taraf için tam bir son teşkil etmedi. Yavuz Sultan Selim, saltanat müddeti boyunca ikinci bir seferle Safeviler'i yok etmek istediyse de ömrü buna vefa etmedi. Ka­nuni Sultan Süleyman, 1533-1534 Irakeyn Seferi'yle başta Bağdat olmak üzere Kuzey ve Orta Irak'ı, 1548-1549'da Azer­baycan Seferi'yle Van ve Urmiye gölleri arasındaki bölgeyi, 1553-1555'te de Nahcivan Seferi'yle Kars ile Arpaçay'a kadar uzanan sahayı Osmanlı topraklarına kattı. 1555'teki Amasya Anlaşması'yla iki devlet arasındaki çatışmalar bir süre durdu.

İran'ı uzun süreden beri idare eden Şah Tahmasb'ın 1576'da ölmesinden sonra ortaya çıkan taht kargaşasından istifade etmek isteyen Osmanlılar, İran topraklarına girdiler. 1578'de başlayan mücadele aralıklarla 1639'a kadar sürdü ve Osmanlı açısından büyük bir getirisi olmadığı gibi devlete büyük zararlar verdi. Özellikle 30 Yıl savaşları döneminde (1618-1639) Avusturya çok zor durumdaydı ve Osmanlı üzerine yürümesin diye her türlü diplomatik manevrayı yapıyordu. Bu dönemde İran'la çatışma Osmanlı'nın Avrupa'da ilerlemesine engel olmuştur.

--
Arşiv: http://sivilinisiyatif.blogspot.com

21 Eylül 2008 Pazar

Bir dervişin Osmanlı hatıraları..

Bir dervişin Osmanlı hatıraları..

Kastamonulu bir aileden gelen, İstanbul'da iyi bir tahsil görüp devlette görev alan Aşçı İbrahim Dede, 1828 ile 1906 gibi uzun bir zaman diliminde, o geniş Osmanlı coğrafyasının askerî, siyasî ve sûfî hayatını anlatıyor.



İMDİ aşk ne şeydir, nasıl olur der isen, sana bir temsil ve hikâye ile aşkı beyan edeyim. Bir deveci, devesini kaybedip aramak için sahralara şuraya buraya gider imiş. Bir sahrada bir çeşme başında bir kız görmüş. Murat etmiş ki bu kıza sual edeyim, belki deveyi görmüştür deyip yanına yaklaşıp kızdan develeri sual etmiş. Kız ona cevabında demiş ki 'Beni babam dayımın oğluna verecektir. Ben ona varmıyorum, istemem, ben filâna varacağım!' Deveci tekrar: 'Kızım ben senden develeri sual ediyorum.' Tekrar kız cevabında: 'Canım emmi, dedim ya, ben ona varmayacağım, filâna varacağım' demiş. Deveci birkaç defa tekrar tekrar böyle demiş ise de fayda etmeyip yine o kendi efkârını söylüyor. Deveci anlamış ki buna işi anlataveremeyecektir, oradan gitmiştir. İşte aşk-ı ilâhîde olan zat böyle olmalı, yani aşk-ı ilâhîden başka bir şey bilmemeli demektir.

Açık olan gönül gözlerinden sevda tüten dostlarım; bu ifadeler 3 Osmanlı padişahı döneminde yaşayıp günlük tutarak, hatıralarını yazmış bir dervişe ait. Kastamonulu bir aileden gelen, İstanbul'da iyi bir tahsil görüp devlette görev alan Aşçı İbrahim Dede, 1828 ile 1906 gibi uzun bir zaman diliminde, o geniş Osmanlı coğrafyasının askerî, siyasî ve sûfî hayatını anlatıyor.

Aşk-ı muhabbet lisanı...

AŞÇI Dede'nin Hatıraları* adıyla dört büyük ciltlik bu eseri okurken, o zamanki vatanımızın uçsuz bucaksız topraklarını dolaşıyor, hem de manevî âlemlere sık sık kanat açıyorsunuz. 19. Yüzyıl İstanbul Türkçesi'nin aynen muhafaza edildiği bu kitap, az bir gayretle çok rahat anlaşılıyor ve zevkle okunuyor. Hem zaten düşünce ufuklarımızı genişletebilmek için kelime hazinemizi alabildiğince zenginleştirmeye mecburuz. O bakımdan da bu eser çok büyük bir hizmet görüyor.

Madem satırlarımıza aşk ve muhabbetle başladık, kitaptan bir başka alıntıyla yine aynı yolda devam edelim:

"Şeyh-i Ekber kuddise sırruhu'l-azîz hazretlerinin Futûhât'ta muhabbet bâbında buyururlar: 'Çaylak denilen kuş, dişisiyle beraber Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın kubbe-i sa'âdetleri üzerinde kendilerine yuva yapıp oturup erkek çaylak, dişisine esnâ-yı muhabbette arz-ı aşk u muhabbet için demiş ki "Sana olan aşk u muhabbetim o dereceye varmıştır ki eğer desen ki şu kubbeyi Süleyman aleyhisselâmın üzere yık, hemen hedm ederim." Bunun bu sözünü kubbenin içinde Süleyman aleyhisselâm işitip mezkûr çaylağı huzuruna çağırır. Hazret-i Süleyman aleyhisselâm der ki "Ne söz söylüyordun, yani bî-edebâne nasıl söz idi ki söylüyordun?" Derhâl çaylak der ki "Kerem ve lutuf buyurun, arz edeyim. Şöyle ki seven ve sevgi için bir lisan vardır ki onu kimse söylemez, illâ ki âşık ve ehl-i muhabbet söyler. Ben dahi arkadaşım olan dişi çaylağa arz-ı aşk u muhabbet edip söyledim. Zira âşıklar üzerine yol yoktur, illâ ki o lisân-ı aşk u muhabbet ile tekellüm ederler ki gayrıları edemez. Onlar ilim ve akıl lisanıyla söylemezler" dedi. Süleyman aleyhisselâm güldü ve onu azarlayıp cezalandırmadı azizim.'"

Deveyi hamuduyla yutanlara


AŞÇI Dede, çevresindeki insanların kadar, bugünkü biz torunlarından haddini bilmezlerin de hep kısa kısa ve oldukça güzel hikâyelerle kulaklarını çekiyor. İşte fakir fukarayı düşünmeden "deveyi havuduyla yutanlara" verdiği acı ders:
"Vaktiyle Trabzon memleketine bir deve gelmiş. Ahâlî-i belde böyle deve görmediğinden taaccüp ederler. Deve de önünü boş bulup ekin tarlasına girmiş. Ekinleri koparıp koparıp yukarıya kaldırıp ekl ediyor. Ahalinin ileri gelmiş ukalâsından birisi getirip deveyi göstermişler ki 'bu nedir' diye. O zat bunlara demiş ki 'Bu Trabzon'un tanrısıdır.' Ahali 'Ya!' deyip devenin ziyaretine gitmişler. Lâkin görmüşler ki deve tarlalarda ekin bırakmıyor, ekl ediyor. İçlerinden birisi deveye hitaben demiş ki 'Ey Trabzon'un tanrısı! Yerde alıp gökte yersin, senin kulların senin siyah habbelerini mi yesin!'"
Aşçı Dede'nin Hatıraları, kalp gözü açık okuyucular istiyor. İçindeki her söz ya Kur'ân'dan, ya Hadis'ten ya da Mevlânâ Hazretleri gibi büyüklerin sözlerinden alınmış ve onlardan alınan ilhamla da yazılmış olduğu için, okuyucunun aklının da gönlünün de ilâhî mesajlara açık olması gerekiyor. Zaten Aşçı Dede de bunu çok açık bir şekilde şöyle dile getiriyor:
"Cenâb-ı Hak rahmet etsin, iş bu risalemizde evvelce adı geçen Alay Emini İsmail Hakkı Efendi, 'O bir kelâm ki Allah kelâmı değildir, o bir söz ki Peygamber sözü değildir, o bir deyiş ki büyüklerin deyişi değildir, işte o söz hades gibi pis pis kokar' der idi. Lâkin bu kokuyu alacak burun hani? Bu senin görünürdeki burnun, manevî olan kokuları alamaz, ancak dışarının kokularını alır. Hâlbuki dışarının kokuları da pis pis kokar. Ama sen dersen ki 'O kokular bana pek güzel gelir'. Doğru söylersin, tabakhanede olanlar da senin gibidir, onlara da pek güzel gelir o pis kokular."

Bu eseri Osmanlı'nın son dönemlerinde hükümran olan üç Sultan'ın idaresini, o sıralardaki toplumun yapısını ve maneviyatını bilip öğrenmek isteyenlere, ayrıca da tasavvufî hassasiyete sahip olan gönüldaşlarıma tavsiye ederim.


kayank :http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=169596


--
Arşiv: http://sivilinisiyatif.blogspot.com

GURURLANMA PADİŞAHIM

GURURLANMA PADİŞAHIM

Osmanlı Devleti'nde padişahların cuma namazı için camiye gidiş ve dönüş güzergahında veya başka törenlerde halkın önünde bulunduğu ortamlarda bir grubun, her söyleyişte üç defa bağırarak dile getirdikleri bir slogan var. "Gururlanma padişahım senden büyük Allah var." Padişahların göz yumduğu bu manzara terbiyesini, inançlarından ve tarihte yaşanmış ibret levhalarından almışlardır.


--
Arşiv: http://sivilinisiyatif.blogspot.com