21 Kasım 2009 Cumartesi

Bir Salkım Üzüm ve Geldiğimiz Nokta!

BIR SALKIM ÜZÜM

Avrupa Hıristiyanları, Papa’nın kışkırtması ile bir araya gelip Osmanlı topraklarına saldırmaya teşebbüs edince, yeryüzünün sultâni Kanunî Sultan Süleyman Han, ordusu ile sefere çıktı. Târihlere san veren ordu ağır ağır ilerliyor, hedefine bir an önce ulaşmak için gayret sarf ediyordu. Havalar da iyice ısınmıştı. Bir Hıristiyan beldesinden geçerken, yolun dar olması sebebiyle, askerlerden kimisi üzüm bağlarından yürümek mecburiyetinde kaldı. Olgunlaşan üzümler susuzluktan dudağı çatlamış askerlere; "Al beni, ye beni" dercesine duruyordu. Askerlerden biri dayanamayıp, sahibinin haberi olmadan bir salkım üzüm kopardı. Yerine de bir keseye koyduğu parayı bağladı. Üzümü de yedi. Çok geçmeden mola verildi. Ordunun arkasından, kanter içinde Hıristiyan bir köylünün geldiği görüldü. Köylüyü komutana götürdüler. Çok heyecanlı olan köylü, komutanın eline mi, ayağına mı kapanacağını bilemedi. Bir asker, kendi bağından kopardığı üzümün yerine para bırakmıştı. Bağında başka bir zarar yoktu. Böyle bir askere ve komutanına, elbette teşekkür etmeliydi. Ama komutan bu habere hiç sevinmedi. Bir askerinin başkasının malini izinsiz almasını bir türlü kabul edemiyordu. Tellâllar çağırtılıp, o asker bulundu. Bu arada Sultan da hâdiseyi öğrenmişti. Hemen o askerin ordudan atılmasını emretti ve "Kursağında haram lokma bulunan bir askerin bulunduğu ordu ile zafer ve nusret müyesser olmaz" demekten kendini alamadı. Hıristiyan köylü, üzümü alan askeri taltif ettirmek için geldiğini, hâlbuki isin tersine döndüğünü arz edince, komutan; "Eğer o asker parayı bağlamamış olsaydı, bu ordunun adi zâlimler ordusu olurdu. İşte o zaman, kellesi de giderdi. Parayı asmaya bağlamakla kellesini kurtardı. Ama sahibinden izinsiz mal almakla da, seferden men cezasına çarptırıldı" dedi ve kahraman ordu yoluna devam etti.

Orduya Belgrat yakınlarında bir yerde konaklama emri verildi. Askerler, çevredeki su ve çeşmelerden istifâde edip, abdest tazelemeye, susuzluklarını gidermeye çalışıyorlardı. Çeşmelerden birinin yakınlarında bir manastır vardı. Manastırın rahibi, Osmanlı askerinin durumunu öğrenip, haçlı askerlerini haberdâr etmek için, manastırdaki rahibelerden birkaçını süsleyip, ellerine verdiği testilerle çeşmeye gönderdi. Rahibelerin geldiğini gören Osmanlı askerleri, hemen çeşme başından ayrılıp, rahibelere sırtlarını döndüler. Rahibeler testilerini doldurup gidinceye kadar kimse dönüp bakmadı. Rahibeler gelip durumu anlatınca; koparılan üzümlerin yerlerine para bırakıldığını duy an Rahip, bu kadarını beklemiyordu. Bunlar ne biçim insanlardı. Malda mülkte gözleri yoktu, kadına kıza iltifat etmiyorlar, memleketlerinden günlerce uzak yerlere kadar geliyorlar, korkmadan ve endişe etmeden canlarını veriyorlardı. Hemen kâğıt kalem istedi. Osmanlı askerlerinin karşısına çıkmak için hazırlanan haçlı orduları komutanına şunları yazdı; "Ey haçlı kumandanları! Siz bu ordu ile nasıl basa çıkabilirsiniz? Bu insanlar canlarını düşünmeden Allah yolunda komutanları emrinde çekinmeden can veriyorlar. Biliyorlar ki, gidecekleri yer Cennet'tir. Kadına kıza ehemmiyet vermiyorlar, yanlarına gönderdiğim rahibelere sırtını döndüler. Mala mülke de önem vermiyorlar. Bütün mal ve mülklerini terk ederek cihada çıkıyorlar. Herkese karşı iyi davranıp, kimseye zulmetmiyorlar. Ey haçlı kumandanları! Siz, onlardaki bu hasletleri ortadan kaldırmadan karşılarına çıkıp savaşmaya kalkışırsanız elinize binlerce askerinizin canına mal olacak acı bir tecrübeden başka bir şey geçmez. Buna rağmen haçlı kumandanları, kahraman Türk askerlerinin kılıçlarına yem olmak için adetâ birbirleriyle yarış ettiler. Türk askerine yeni zaferler kazandırdılar. Avrupalılar, kendi kötü hasletlerini Osmanlılara aşıladıkları zaman, onları yenebileceklerini yıllar sonra anladılar ve faaliyetlerini bu yönde yoğunlaştırdılar.

 



--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

Filistinlilerden Osmanlıya 'vefa'

Ürdün'ün başkenti Amman'ın ücra mahallelerinde ya da mülteci kamplarında yaşamlarını sürdüren Filistinliler, Osmanlı Devleti'nce baba ve dedelerine verilen kimlik belgesi ve evrakları hala saklıyorlar.

Osmanlı Devleti döneminde ''seçkin ahaliler'' arasında yer alanFilistinliler bugün ya çeşitli ülkelerdeki mülteci kamplarında ya da silah sesleri ve şiddetin yıllardır eksik olmadığı Filistin topraklarında yaşamlarını sürdürüyorlar.

Birleşmiş Milletler verilerine göre, sadece Ürdün, Lübnan, Suriye ile Batı Şeria ve Gazze'deki 58 mülteci kampında 4 milyon 562 binFilistinli yaşıyor.

Herhangi bir ülkede Vatandaşlıkları olmadığı için siyasi ve medeni haklardan mahrum çeşitli ülkelerde mülteci olarak yaşayanların sayısı da on binlerle ifade ediliyor.

Sadece Ürdün'ün Jerash kentindeki mülteci kampında herhangi bir ülkenin Vatandaşı olmayan 27 binFilistinli'nin bulunduğuna dikkat çekiliyor.

Osmanlı Devleti döneminde yaşadıkları barış ve huzurun özlemini arayan Filistinliler, bugün baba ve dedelerine Osmanlı Devleti'nce verilen ve kimlik belgesi yerine geçen tezkereler ile bazı evrakları hala saklıyorlar.

Ürdün'ün başkenti Amman'da mülteci olarak hayatını sürdüren 50 yaşındaki Filistinli Abdulhalim Hammad, AA muhabirine yaptığı açıklamada, baba ve amcasının Osmanlı ordusuna yıllarca hizmet verdiğini söyledi.

Babasının Osmanlı ordusundaki anılarıyla çocukluk döneminin geçtiğini ifade eden Hammad, ''Biz Osmanlı'nın büyüklüğünü baba ve dedelerimizden öğrendik. Osmanlı bizim için çok değerlidir. Osmanlı gittikten sonra Orta Doğu çok karıştı. Osmanlı Devleti yıkıldı, bütün İslam toplumları da onunla birlikte yıkıldı. Bu nedenle çocukluğumdan itibaren Osmanlı'ya ve Türklere karşı içimizde büyük bir sevgi var'' dedi.

1981 yılında 93 yaşındayken vefat eden babasının Türkçe de bildiğine dikkati çeken Hammad, ''Babamdan kalan Osmanlı evraklarını kız kardeşim, Osmanlı Devleti'nce babama verilen tezkereyi de ben saklıyorum. Bugün Osmanlı olmasa da o evraklar bizim için çok değerli'' diye konuştu.

- ''TÜRKİYE, FİLİSTİNLİLERE SAHİP ÇIKMALI'' -

Filistinlilerin Türkiye ile tarihi ve kültürel bağlarının bulunduğuna işaret eden Hammad, şöyle devam etti:

''Bu nedenle Türkiye'nin bir parçası gibiyiz. Türk Devleti'ne çağrım Türk topraklarına giren her Filistinli'ye pozitif ayrımcılık yapılmasıdır. Çünkü Filistinli hiçbir zaman Osmanlı'ya ihanet etmemiştir her zaman Osmanlı ile birlikte hareket etmiştir. Türkiye, geçmişte Osmanlı ile irtibatını göz önünde bulundurarak bugün en azından çocuklarımıza sahip çıkmalıdır. Filistinliler arasında kökenleri Türk olanlar da var. Özellikle eğitim konusundaTürkiyeFilistinlilere sahip çıkmalı.''

Hammad, Ürdün Üniversitesine giden çocuklarının Vatandaşlıkları olmadığı için yabancı öğrenci statüsündeeğitim gördüklerini, bunun da eğitim masraflarını 3-4 kat artırdığını söyledi.

İnsan Hak ve Hürriyetleri (İHH) İnsani Yardım Vakfı aracılığıyla oğlu Abed Alfattah Hammad'ın yükseköğrenim için Türkiye gittiğini ifade eden Hammad, ''Oğlum Türkçeyi öğrendikten sonra oradaki Yabancı Öğrencisınavı'na (YÖS) girecek. Eğer kazanırsa da yüksek öğrenimine başlayacak. Oğlumun barınma ve kurs masraflarını da İHH İnsani Yardım Vakfı karşılıyor'' dedi.

- OSMANLI TEZKERESİ -

Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Enver Konukçu ise Filistinlilerin ellerinde bulunan Osmanlı tezkeresinin o dönem kimlik belgesi yerine geçtiğini söyledi.

Filistinlilerin Osmanlı döneminde seçkin ahaliler arasında yer aldığına dikkati çeken Prof. Dr. Konukçu, şunları kaydetti:

''Osmanlı zamanında sınırsız haklara sahip olan Filistinliler, kendilerini temsillen milletvekili bile seçmişlerdir. Bugün ise İsrail'in saldırgan tutumu Filistinliler ve bölge üzerinde inanılmaz sonuçlar meydana getirdi. BugünFilistinliler, dünya üzerinde en çok hakkı yenilen toplum olarak tarihteki yerini aldılar.''



--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

"Bedeli Çanakkale`de altın olarak tesviye olunacaktır."

"Bedeli Çanakkale`de altın olarak tesviye olunacaktır."

Galatasaray lisesinin geçmişinde önemli bir yer tutan tarihe altı çizili bir not bırakan Mehmet Muzaffer’in Destanı vardır Gazeteci Ziyad Ebuzziya olayı şöyle dile getiriyor:

Üç aylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer "zabit namzedi" olarak Çanakkale’de idi. ( Mart 1916) müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale’ de uğradıkları mağlubiyetlerden ve verdikleri yüzellibin zayiattan sonra Boğaz ’ı aşamayacaklarını anlamışlar , 1915’in son haftasıyla 1916’nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip çıkıp gitmişlerdi.

Muzaffer Çanakkale’ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman İmroz ve Bozcaada’da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da 1915 Nisan ’ın da Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı boğuşmalarla kıyasla bu bombardımanlar hiç mesabesindeydi. Çanakkale’de ki birliklerin büyük bir kısmı Kafkas, Irak, ve Filistin cephelerine sevk edeceklerdi. Hazırlanma ve noksanlarına ikmal emri aldılar. Muzaffer birliğinin alay karargahında görevliydi. Alay ’ın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlar ise ancak İstanbul’dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi basit mübayalar için arttırma yapmak ilanlarda bulunmak ne adetti, ne de bunları kaybedilecek vakit vardı. Her şey itimat ile yürürdü. Muzaffer açıkgözlü ve becerikli İstanbul çocuğu olduğundan Karargah, gerekli malzemenin temin ve mübayaasına onu memur etti. İcabeden paranın kendisine itası içinde Erkan-ı Harbiye Riyaseti’ne hitaben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.

O yıllarda İstanbul’da otomobil ve kamyon nadir rastlanan vasıtalardı. Bunların lastikleri de yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı. Muzaffer aradı,uğraştı,nihayet Karaköy’ de bir Yahudi de istediklerini buldu. Fiyatlar pek fahişti , ama yapacak başka bir şey yoktu. Anlaşmaya vardı. Lazım gelen parayı almak üzere Erkan-ı Harbiye’ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye merciine havale ettiler. Muzaffer az sonra yaşlı b,r kaymakam Yarbay ’ın huzurundadır. Kaymakam uzatılan tezkereyi okudu. Karşısında hazırol da duran ihtiyat zabitine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan ,Ne alınacak dedi. Oto kamyon lastiği cevabını verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer’e dik dik baktı :

bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun. Haydi yürü git ,insanı günaha sokma para mara yok!...

Muzaffer selamı çaktı dışarı çıktı. Harbiye Nezareti’nin ( bugünkü hukuk fakültesi binası) bahçesinden dışarıya ağır ağır yürürken ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere Alay ’ın ihtiyacı vardı. Elindeki( Almanların verdiği) iki Mercedes Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemelerde mutlaka lazımdı. Kendisi bulur alır diye görevlendirilmişti. Malzemeyi bulmuştu fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi ,bir çaresini bulmak lazımdı...

Muzaffer bunları düşüne düşüne Beyazıt Meydanı’na vardı birden durdu. Kendi kendine gülmüştü aradığı çareyi bulmuştu.

Doğru tüccar Yahudi’ nin yanına gitti:

Paranın tediye muamelesi akşamüstü bitecek,ezandan sonra gelip malları alamam . gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapur Çanakkale’ye kalkıyor, yetiştirmem lazım. Onun için sabah ezanında geleceğim malları mutlaka hazır edin...

Tüccar peki dedi. Muzaffer tam ayrılırken ilave etti.

Altın para vermiyorlar kağıt para verecekler Yahudi yine peki dedi. Ertesi sabah Muzaffer Merkez Kumandanlığından sağladığı araba ve neferlerle ezan vakti Yahudi’nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Tüccar malları hazırlamıştı. Hava gazı fenerinin yarım yamalık aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer bir yüzlük kaime ( yüz liralık kağıt para) verdi. Araba dörtnal Sirkeci ’ye yollandı. Malzeme şat’a oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.

Üç gün sonra Yahudi elindeki yüzlük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası’na gitti. Bozmadılar zira elindeki para sahte idi.

Muzaffer, evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kağıtın aynını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş bütün gece oturmuş çini mürekkebi ve boya ile gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek nefasette taklit bir para yapmıştı. Tüccara verdiği ve yutturduğu para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerindeki yazılar arsında bir de şu ibare bulunuyordu: “ Bedeli Dersaadet’te altın olarak tesviye olunacaktır. Muzaffer yaptığı taklit paradaki bu ibareyi değiştirerek şöyle yazmıştı:

Bedeli Çanakkale`de altın olarak tesviye olunacaktır.

Onun burada altın dediği Çanakkale’de Mehmetçiğin akıttığı, altından daha kıymetli kanı idi.

Sahte paraya gelince...

Yahudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi bilinemez. Ancak olay bütün İstanbul’da yayıldı. Dünyada emsali olmayan ve olmayacak olan bu hadise Şehzade Halim Efendi ’nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yahudi tüccarı buldurdu. Yüzlük taklit evrak-ı nakdiyeyi bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul polis okulundaki emniyet müzesine hediye etti. Bu emsalsiz parça müzede şeref mevkiinde muhafaza olundu.



--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

15 Kasım 2009 Pazar

"SENİ KANUNA ŞİKAYET EDERİZ..."

"SENİ KANUNA ŞİKAYET EDERİZ..."     
.        
   

Kul hakkına özen gösteren Sultan Süleyman, bu konuya duyduğu titizlik nedeniyle "Kanuni" lakabını almıştır.

Budin Seferinden dönen ordu, yolların darlığı sebebiyle tarlalardan geçmek zorunda kalmıştı. Bu sırada bir köylü, elindekini padişahın atının geçtiği yere fırlatınca at ürkmüş, köylü de yakalanarak padişahın huzuruna getirilmişti.

Sultan Süleyman köylüye :
-Derdin nedir de böyle yaptın? diye sorunca, köylü:

-Biz fakir köylüleriz. Askerlerinizden bazıları, bizim yeni ektiğimiz tarlalardan geçtiler. Ya bu zararı ödersiniz, ya da sizi şikayet ederim. demiş.

Bunun üzerine Kanuni köylüye:

-Peki bizi kime şikayet edeceksiniz? diye sormuş. Köylü:

-Siz Kanuni değil misiniz? Sizi kanuna şikayet ederiz. deyince Sultan Süleyman çok memnun olmuş ve hemen köylülerin zararlarını hesaplattırıp zararı ödemiş.

--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

İLK TELGRAF HATTI

İLK TELGRAF HATTI     
.        
   

İlk telgraf hattı 9 Eylül 1855 yılında Edirne-Varna-Kırım arasında kuruldu. Kırım'dan İstanbul'a çekilen ilk telgrafta Kırım şehri olan Sivastopol'un Rus işgalinden kurtarıldığı bildirilmekteydi.

--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

İLK TÜRK UÇAĞININ UÇUŞU

İLK TÜRK UÇAĞININ UÇUŞU     
.        
   

İlk Türk uçağının uçuşu, Sultan Mehmed Reşad'ın 27 Nisan 1912 tarihindeki cülus töreninde yapılmıştır.

Bir Fransız Okulu olan Bleriot uçuş okulundan 1912 yılında mezun olan Yüzbaşı Feza ve Teğmen Kenan Bey, Tayyare mektebinde göreve başlamışlardı. Bu iki pilotun, Fransa'dan yeni alınan Deperdessin marka iki adet çift kişilik bir uçakla deneme uçuşu yapmalarına karar verilmişti. Fakat şiddetli bir fırtına sonucu Yeşilköy'de bulunan uçakların üzerindeki sundurmalar yıkılarak, uçaklar kullanılmayacak hale gelmişti. Bu nedenle alınan bu ilk uçaklar uçurulamamış, bunun üzerine birkaç ay sonra, Fransız uçak fabrikasıyla yapılan sözleşmeyle 30.000 franka yeni bir uçak satın alınmıştı. Uçağın 27 Nisan'da yapılacak olan cülus törenindeki şenliklere katılması isteniyordu. 26 Nisan'da pilot Gordon Bell idaresinde İstanbul'a gelen uçak, Yeşilköy'den havalanarak İstanbul üzerinde 45 dakikalık bir deneme uçuşu yaptı. Cülus törenine katılmak için gelen Mehmed Reşad, törenin yapılacağı yer olan Hürriyet-i Ebediye tepesine (Okmeydanı) ulaştığında, Gordon Bell tarafından kullanılan uçak da 13.20'de Yeşilköy'den havalanmış, 13.30'da tören alanına ulaşarak tören kıtaları üzerinde resmi geçite katılmıştır.

--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDA ERMENİLER

OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDA ERMENİLER
.


Osmanlı İmparatorluğu'nda diğer tüm azınlıklar ve gayrimüslimler gibi Ermenilerde hoşgörü ve serbestlik ortamını her zaman yaşamış bir topluluktur. Ermeniler iddia edildiği gibi soykırıma uğrayan bir topluluk değil devletin her kademesinde, her meslekte önemli yerler edinmiş bir grup olmuştur.

ERMENİ SORUNU

Ermeni Sorunu ve Osmanlı-Ermeni ilişkileri hakkında detaylı bilgi için tıklayınız.

İşte bu konuda fikir verebilecek bir tablo:

OSMANLI DEVLETİNDE GÖREV ALAN BAZI ERMENİLER

Agop Gırcikyan

Osmanlı imparatorluğunun ilk elçisi (Paris)
Reşid Paşa’nın müşaviri
Osmanlı imparatorluğunun Paris’teki Elciliğinin Maslahatgüzarı (1834-)

Krikor Agaton Osmanlı PTT Umumi Müdürü (1864)
Hariciye Vekaletinde görevli (1848-1850)
Sahak Abro Hariciye Vekaleti Umumi Katibi (1850-)
Sebuh Laz Minas Paris Türk Elçiliği’nde Katip (1863)
Krikor Odyan Hariciye Muhakemat Müdürü (1870)
Serkis Efendi Hariciye’de Baş Sır Katibi (1870-1871)
Ovakim K. Reisyan İstanbul Vize kasabasının Mahkeme Reisi (1879)
Sakız Adası İhzari Mahkeme Reisi (1885)
Rodos Adası İhzari Mahkeme Reisi (1887)
Artin Dadyan Paşa Hariciye Müsteşarı (1880)
Diran Aleksan Bey Belçika’da Türk Sefiri (1862)
PTT Müfettişi
Yetvart Zohrab Efendi Londar Sefiri (1838-1839)
Hırant Düz Bey Mesine (İtalya) Sefiri (1900-1907)
Hovsep Misakyan Efendi La Haye’de Elçi (1900-1907)
Sarkis Balyan Kardağ’da ve İtalya’da Türk Konsolosu (1900-)
Azaryan Manuk Efendi Hariciye Müsteşarı
Kapriyel Noradunkyan Gazi Ahmet Muhtar Paşa Kabinesi’nde Hariciye Nazırı (1912)
Agop Kazazyan Paşa Maliye Nazırı/Hazine-i Hassa Nazırı
Mikael Portugal Paşa Maliye Nezareti Müşaviri (1886)
Ziraat Bankası Genel Müdürü/Hazine-i Hassa Nazırı (1891)
Sakız Ohannes Paşa Hariciye Vekaleti Umumi Katibi (1871)
Hazine-i Hassa Nazırı (1897)
Garabet Artin Davut Paşa Viyana Sefiri (1856-1857)
Lübnan Valisi (1861)
PTT ve Nafia Nezaretlerinde Nazır (1868)
Krikor Sinapyan Nafia Nazırı
Krikor Ağaton PTT Umumi Müdürü (1864)
Jorj Serpos Efendi Türkiye Telgrafları Umum Sekreteri (1868)
Osgan Mardikyan PTT Nezareti Nazırı (1913)
Tomas Terziyan,
Nişan Guğasyan,
Tavit Çıracıyan
Mülkiye hocaları
Krikor Zohrap,Bedros Hallacıyan İstanbul Mebusları

Kaynak : Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler (1453-1953), Rahip Komidos Çarkçıyan, İstanbul.

Temel Kaynaklar:
British Documents on Ottoman Armenians (4 cilt),1983,1989,1990,Türk Tarih Kurumu

Osmanlı İdaresinde Ermeniler,Nejat Göyünç,1983

Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu ili İlişkileri Sempozyumu, Atatürk Üniversitesi,1985

Türk Tarihinde Ermeniler(Tebliğler ve Panel konuşmaları),9 Eylül Üniversitesi,1985

Osmanlı Ermenileri,Bilal Şimşir, 1986

Osmanlı Arşivleri ve Ermeni Sorunu,Türkkaya Ataöv,1989



--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

8 Kasım 2009 Pazar

İşte Abdülhamid'in hanımıyla yapılmış tek söyleşi MUSTAFA ARMAĞAN

İşte Abdülhamid'in hanımıyla yapılmış tek söyleşi MUSTAFA ARMAĞAN



Kapağında sarışın bir ecnebi artistin yer aldığı eski "Hayat" dergilerinden birinde Yassıada mahkemesi haberlerini okuyup sayfayı çevirmemle irkilmem bir oldu: Bu feleğin bütün iyi ve kötü çizgilerini cömertçe serdiği çehre bana bir şeyler fısıldamak için adeta çırpınıyordu.

Kimdi ve bir magazin dergisinde nasıl yer bulmuştu bu 94 yaşındaki kadın?

Okurlara "uzun yaşamanın sırları"nı anlatacak olan bu asırlık hanımefendi, Sultan II. Abdülhamid'in kollarında son nefesini verdiği Müşfika Kadınefendi'den başkası değildi.

Müthiş bir keşifti benim için. Zira yalnız Abdülhamid'in bir hanımıyla değil, bir padişah hanımıyla yapılıp da yayınlanmış tek söyleşiydi bulduğum. Kim bilir neler neler anlatmıştı?

İştahla okumaya koyuldum. Lakin bir hayal kırıklığı bekliyordu beni. Abdülhamid yerine ne yiyip içtiğinden, günlük hayatından, velhasıl havadan sudan konuşmuşlardı. Halbuki bulmuşsunuz bir padişah hanımını, adam gibi konuşturun, değil mi? Biz böyle düşünebiliriz ama unutmayın ki, harem kadınlarının ağızları mühürlüdür. Sarayda olan bitenlerden, hele Padişah'tan söz etmek haramdır onlara.

Yine de çok ilginç noktalar yakaladım söyleşide. Bunların bir kısmını gözlerinize emanet ediyorum. Tam metnini ise yakında çıkacak kitabımda okuyabilirsiniz.

Önce mekânı gözümüzde canlandıralım: Beşiktaş'taki Serencebey yokuşunda ahşap bir bina düşünün; odanın köşesindeki yayvan sedir üzerinde, atlas kaplı kuş tüyü bir şilteye oturmuştur. Arkasında çiçekli atlas yastıklar... Biraz ötesinde namaz pöstekisi asılı. Arkasındaki talik levhada "Gönül tahtına senden özge sultan olmaya Ya Rab" yazılıdır.

Sonra zaman: Ziyaret tarihi Aralık 1960 olmalı. Kızı Ayşe Osmanoğlu'nu kaybetmenin acısı henüz yüzünde tütmektedir.

Ve insan: Tam 30 yıldır, diyor, bu konaktan dışarıya adımımı atmadım. Muhabirin neden dışarıya çıkmadığı sorusunu ustaca geçiştiren Müşfika Kadınefendi, babasının Plevne gazisi olduğunu, kızkardeşiyle birlikte saraya verildiklerini, "Efendim" dediği Abdülhamid'le 16 yaşındayken evlendiğini anlatıyor.

Muhabirin dikkati uzun yaşamasının sırrına odaklanmıştır bir kere. "Bu kadar sıhhatli ve sağlam kalmanızda ayrı bir beslenme rejimi veya dikkatli davrandığınız başka hususlar var mı?" diye sorar. Müşfika Hanım'ın cevabı gayet sade ve nettir:

"Ben daima çok az yerim. Sabahları kalkınca, aç karnına mutlaka bir fincan adaçayı içerim. Bunun peşinden içine biraz kahve katılmış bir bardak sütle biraz peynir, bir ince dilim ekmek yerim. Öğle yemeğinde az, çok az haşlama et, biraz sebze, varsa az pilav veya muhallebi alırım. Akşam yemeklerim sadece yoğurttur. Midemde ekşime yapmaması için içine biraz şeker karıştırılmış yoğurdu yerim. Kırk yıldan beri akşam yemeklerimin listesi değişmemiştir. Yalnız şekerli yoğurt."

İçinizden, 'Canım kadın 90 yaşında, daha ne yesin?' diyenleriniz çıkabilir. Ancak dikkat: "Ben daima çok az yerim." diyor Müşfika Hanım, "Az yemek mutadımdır". Demek ki sarayda da böyleydi. Saray hayatı mutlaka israf cenneti değil, o zenginlik içinde iktisatlı yaşamak da demektir. Zira Abdülhamid, mütevazı yaşamayı hareme yeniden kazandırmıştır. Malum, kendisi de az yer, düzenli yaşar ve sağlığına özen gösterirdi.

Muhabir sorar merakla: "30 yıldır kapıdan çıkmadığınıza göre vücut hareketiniz çok az oluyor demektir. Hiç rahatsızlık çekmiyor musunuz?"

Müşfika Hanım'ın cevabı, yanı başına astığı talik levhadaki sözleri selamlar gibidir:

"Namaz kılıyorum evladım. Beş vakit namaz beni hem Allah'ıma yaklaştırıyor, hem de sıhhat kazandırıyor. Namazdan iyi hareket olur mu?"

Öte yandan muhabirin "Her şeye rağmen yaşamanın tadına doyum olmuyor değil mi efendim?" sorusuna kadere boyun eğmiş kimselerin edasıyla cevap vermiştir: "Evet ama, insan sevdikleriyle birlikte yaşarsa."

Son sözü söylerken gözleri derinlere kaçan sular gibi zamanın girdabına kapılıp gitmiştir Müşfika Kadınefendi'nin. Kim bilir gözlerinde hangi sahneler dalgalanmıştır. Belki Efendisi'nin komaya girmesi üzerine 24 saatliğine devleti yönettiği o sırat köprüsünü andıran günü de hatırlamıştır.

Gerçi dergiye Abdülhamid'le ilgili hiçbir şey anlatmamıştır ama bir aile dostuna başka bir vesileyle emanet ettiği hatırası unutulacak gibi değildir:

Bir sabah Abdülhamid yataktan kalkmak istediğinde kendisinde bir kırıklık hissediyor. Çoraplarını ayağına geçirecek hali dahi yoktur. Hemen Müşfika Hanım çorapları alıp karyolanın önünde yere çömelerek Padişah'ın ayaklarına güzelce giydiriyor. Eşinin bu samimi ve candan alakasından pek mütehassis olan Abdülhamid, "Kadınım çok zahmet ettin, eksik olma, hakkını helâl et!" diye helallik istiyor. Müşfika Hanım hiç beklemediği bu sözlerden pek şaşırıyor ve cevaben "Aman efendimiz! Hakkımı helâl ettirecek ne yaptım ki?" diyorsa da Abdülhamid ısrar ediyor: "Hayır, bir kadının kocasına karşı hakları büyüktür. Kadınım, bu hizmetine mukabil hakkını helâl et." Müşfika Hanım ne söylediyse, Abdülhamid'e bunun normal bir hareket olduğunu bir türlü kabul ettiremiyor. Sonuçta bu cüz'i hizmetinden dolayı koca bir Hünkâr'a karşı hakkını helâl etmek mecburiyetinde kalıyor.

O günkü söyleşiden Müşfika Hanım'ın tarihe dalan gözleri ve yandaki mahzun görüntü kalmış. Bu arada yanına oturduğu çinili soba da Abdülhamid'in yadigârıdır. m.armagan@zaman.com.tr



--
Arşiv:
http://sivilinisiyatif.blogspot.com
http://osmanlimodeli.blogspot.com

'Güneşin sahibi biz olmalıyız'



'Güneşin sahibi biz olmalıyız'



Osmanlı devlet arması’nın sırrı



Netpano.com  yazarı Oktan Keleş, bilinen tarihi değil bilinmeyen ve yıllarca bizlerden gizlenen  tarihi, belgeleri ile  açıklama devam ediyor.

SIRDAŞ : 2.BÖLÜM

Abdülhamid Han, Sırdaş’a devam etmesi anlamında başını hafifçe öne eğdi. Sırdaş, Kara Kaplı Defter’den bir sayfa daha çıkararak okumaya başladı:

“ Yapılan istihbarat çalışmaları neticesinde; Osmanlı Toprakları’nda -bilhassa İstanbul’da-gizli ayin ve toplantıların yapıldığı tespit edilmiştir. Bu toplantılara katılanların bir dinin ibadeti için bir araya gelmiş masum insanlar olmadığı çok açık. Bunların Siyonist  Yahudiler olduğu tespit edilmiştir. Bu toplantıların birine katılan Yahudi asıllı zatın, faaliyetlerini sürdürdüğü gizli yeri belirlenmiş ve bu yerde yapılan araştırmada; birtakım materyaller ele geçirilmiştir. Bunların incelenmesi emir buyrulmuş, yapılan tahkikatta; Devlet-i âli aleyhinde bir faaliyet olduğu; bunun da ele geçen nesnelerin, zat-ı âlinizin  emirleri doğrultusunda sırlarının çözülmesi ferman olunmuştur.

Neticede, ele geçen iki nesneden biri ‘Osmanlı Devlet Arması’ diye son günlerde ortalıkta gezinen resimlerin pirinçten  dökülme sureti, ikincisi ise; Mısır piramitlerinden en büyüğünün, üzerinde Güneş sembolü, (hiyeroglif) yazılar ve Firavun resmine yer veren  sarı pirinçten dökme arma.”

*

Sultan Abdulhamid Han ile Sırdaş arasında o gün, yani olayın vaki olduğu tarihte, konuşma şu minvalde sürdü:

Sultan Abdülhamid Han Sırdaş’a sordu: “ Bunlar bahsedilen nesneler mi?”

Sırdaş: “Ele geçirilen nesnelerdir Sultanım” diyerek cevapladı.

Sultan Sırdaş’a müteveccihen elini uzattı. Sırdaş nesneleri Sultan’ın avucuna bırakarak: “Buyurun Hakan’ım” dedi.

Sultan  sarı pirinçten dökme piramidi eline alarak evirip çevirdi. Sırdaş’a sordu: “Bu ne demektir?” Sırdaş cevap verdi: “Sultan’ım; nesne üzerindeki güneş; kurmak istedikleri  dünya hakimiyetini simgeler…” ve detaylarını anlatır…Sultan anlatılanları pür dikkat dinler  ve diğer nesneyi incelemeyi sürdürürken Sırdaş’a sorar: “Bu ne menem bir mana barındırır malum mudur?” Sırdaş başını hafifçe öne eğerek : “ Evet Hakan’ım bizce malumdur” diye cevap verdi. Hakan’ın “anlat” işaretine karşılık, Sırdaş; “Ferman Hakanımındır” diyerek anlatmayı sürdürdü: “Hakan’ım bu armanın münderecatını araştırdık, altından İngiliz parmağı çıktı. Gizli Yahudi Teşkilatı’na  İngiliz ajanları her türlü desteği vermekte olduğu malumu âlinizdir. Böyle bir arma içine bütün Yahudi emellerini sığdırmışlar. Semboller arasına Hilâl koyarak Sultan Mecid Efendi’ye göndermişler, ki maksatları malûm, kabul edilmesini temin eylemek.” Sırdaş ayrıntıları anlatmayı sürdürdü…


Sultan Abdülhamid Han yerinden kalkıp  çalışma masasına oturdu: Eline mürekkep hokkasındaki  divit kalemi alıp kağıt üzerine yeni bir arma çizer. En üste tıpkı piramidin  üzerindeki Güneş gibi ama daha büyüğünü çizerek Derviş Baba’ya ve orada bulunan (sayılı hazırûna)  gösterdi.

 Derviş Baba, cebinden çıkardığı küçük defterden birkaç şekil göstererek armaya eklemesini Sultan’a arz etti. Bunun üzerine Hakan diviti tekrar eline aldı ve arz  edilen şekilleri de buna ekledi. Eklenen sembollerden en dikkati çekeni terazidir. Sultan  birkaç kalem darbesinden sonra oluşturduğu son şekli Hazırûn’a göstererek: “münasip midir?” diye sorunca Hazırûn: “Ferman Sultanımındır” diye cevap verdi. Derviş Baba, Sultan’a dönerek: “Hakanım, onların sembollerindeki Güneş’i neden biz armaya ekledik?” diye sordu.

 Sultan masanın üzerindeki pirinç piramidi eline alarak şunları söyledi: “Madem her halükarda bir güneş doğacak; O GÜNEŞ BİZ OLMALIYIZ. Madem ki, Nizam-ı Âlem’e hakimiyet murad edenler var, bizler ne dururuz? Biz de murad ederiz. Yeni Nizam-ı Âlemden murat Türk Devlet’ini kurmak değil midir?” diyerek, Derviş Baba’nın sorusunu cevapladı: “Söyle Baba Erenler, bu şekl-i hususiye işaret eden bir delil var mıdır?” Derviş Baba sağ elini kalbine koydu ve Besmele ile Yasin Suresi’nin şu ayetlerini okudu: “Güneş de, kendisi için tespit edilmiş bir yöne akıp gitmektedir. İşte bu, güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir. Aya  gelince, biz onun içinde birtakım uğrak yerleri takdir ettik. Nihayet  o eski  bir hurma dalı gibi olmuştur. Ne güneşin Aya (yetişip) çatması kendisine (çarpması) yaraşır, ne de gece gündüzü geçer; her biri birer felekte (yörüngede) yüzerler…”( Yasin Suresi 38-40…) 

Ortaya çıkan tablo karşısında tüm Hazırûn’un gözleri yaşarmıştı. Böylelikle o gün neden İslam’ın Hilâli değil de Güneş konusuna ayetle açıklık getirilmişti.

 

 

Abdülhamid Han ve değerli Hazırûn aldıkları her kararda Yüce Kuran-ı Kerim’den işaretle besleniyorlardı. Yüce ayet; İslam Hilâlinin, Güneşe göre konumlanarak, yani tespit edilen Devletlerde dalgalandığını anlatmakta (Muradullah Dairesi içinde) bunun işaret manasını ise zaten Derviş vermişti.  Öyle değil miydi? İslam’ın Hilâli Türk Devletleri’nin himayesinde dalgalanmamış mıydı? Gören gözlere işiten kalplere ne mutlu. Tarih şunu net olarak göstermiştir ki; güçlü devletin yoksa dinin ne kadar yaşar? Güçlü devletin yoksa namusunu nasıl korursun?

O günlerde Abdülhamid  Han, kendisine karşı ayaklanan Kürt ve diğer cemiyetlerin toplantılarını yasaklamıştı. Ne gariptir ki, bugün Osmanlı olsun, tekrar Osmanlı gelsin diyenler o gün Osmanlı’ya karşı ayaklanmıştı…. Hem de Abdülhamid gibi  bir padişaha karşı. Bugün dışarıdan Osmanlı yeniden kurulsun fitnesini kendi menfaatleri adına sürdüren devletler o gün Osmanlı’yı yıkan asıl failler değil miydi? Bunların başında; Yahudiler, İngilizler, Fransızlar ve Vatikan gelmiyor muydu? Hakan o gün şöyle demişti: “Oyun aynı, oyuncular aynı, senaryolar aynı. Yarın da böyle olacak. Ta ki, Güneşin sahibi belli olana kadar.”

Abdülhamid Han’a gelen raporlar; normal bir insanın psikolojisini alt-üst edecek, sinirlerini yıpratacak türdendi. Hakan’ın en çok üzüldüğü konulardan birisi ise; o günkü bazı ulemanın ve İslami ilimler sahasında kalem erbabından gelen fitnelerdi. Bir gün bir istihbarat raporunu okurken; “ Bunlarda mı?” sözüyle beraber gözlerinde yaşlar belirmiş, o anda Derviş, Abdülhamid Han’a : “Size bu zümreden baş kaldıranlara da acıyorum. Cezalarını ilahi adalet verecektir. İstedikleri yönetime kavuştuklarında çoğu ya sürülecek, bazıları asılacak, bazıları da ömürlerini mahpuslarda geçireceklerdir. Yazık Hakan’ım devr-i kıymetinizi anlamıyorlar…” Demişti.

*

Evet Hakan’a hemen hemen her kesimden baş kaldıranlar olmuştu. Ortak akılda buluşulmamıştı. Türk’ü de, Laz’ı da, Kürt’ü de ve diğerleri de yani tümü Osmanlı’nın evlatlarıydı. Bir bayrak altında, emperyal devletlerin, Vatikan’ın ve Siyonistlerin fitnelerine göğüs gerememişlerdi. Oysa Abdülhamid  Han, İslam coğrafyasındaki tüm unsurların durumunu çok iyi biliyordu. Ve şöyle demişti: “Büyük savaşlar, yıkılış ve dağılışlar olacak. Ne olursa olsun İslam Coğrafyasında yeni devlet yerini almalı, onlarla sınır olmalı.”  Hazırûn, bu hedef üzerine gelecekteki müstakbel Türk Devleti’ni zihinlerinde oluşturmuştu bile. Bu cümle daha sonra 2.Dünya Savaşı sırasında İnönü tarafından şöyle kullanılacaktı: “Eski Dünya yıkılır; Türk Devlet’i Yeni dünyada yerini alır.” Fakat bu söz de yıllarca yanlış söyleniyordu. Orta Doğu yerine dünya kelimesi kullanılıyordu. Orta Doğu’da kurulur kelimesi Abdülhamid Han ve Hazırûn doktrinidir.

İslam coğrafyasından Türk Devleti’nin kopmamasını esas alan doktrin. (Orta Doğu,Yakın Doğu, Uzak Doğu)  o gün İngilizlerin kendilerini merkezde görüp İngiltere’ye göre yakın ve uzak mefhumlarına taktığı sinsi tanımlamalardır. Bu tanımlamalar maalesef halen İslam Coğrafyasında kabul görür.

Evet Sultan Abdülhamid Han’ın dediği gibi; “Güneş’in sahibi biz olmalıyız.” Büyük devletimizi simgeleyen Güneş’in manası, dünya hakimiyetini sağlamış Büyük Türkiye. Siyonların güneşini, yeni dünya düzencilerinin piramitlerini gölgeleyen bir Güneş. Kendi milli güneşini inşa etmeye çalışanlara ne mutlu. Başkasının gölgesinde, onların güneşine sığınanlar hiçbir zaman tam egemen olamayacakları ise çok açık. Tıpkı Siyon güneşinin bugün sözde Kürt bayrağında görüldüğü gibi. Bu hatalara tekrar tekrar düşülmemelidir.

*

Osmanlı Devlet Arması’nın sırrını  SIRDAŞ okumuş, Sultan Abdülhamid Han ‘Kara Kaplı’ya kayıt düşülmesine ferman vermişti. Derviş, “ Ferman Padişahımındır” demişti. Sultan bir kez daha latifeli  bir şekilde biraz da sitemle; “ Hani Padişah yoktu, niye ısrar edersiniz? Siz böyle dememiş miydiniz: ‘Sizi tahta padişah olarak oturtmuyoruz, Hakan olarak, yeni devlet için buradasınız’ diye.” Derviş hafif tebessümle; “ Sultanım, belki sizi maddi bir tahta padişah olarak reva görmedik Amma Siz gelecek nesillerin gönüllerindeki tahta padişah olarak oturdunuz. Sizi oradan kimse indiremez.”

*

Yani  asıl olan Hilaldir. Bu arma Ayeti Kerime’den ilham alınarak Sultan tarafından çizilmiş ve Hazırûn tarafından onaylanarak yapılmıştır. Armanın muhtelif açıklamaları vardır üzerindeki sembollerle ilgili. Fakat bu bilinmeyen kısmıdır.

Osmanlı Devlet armasındaki Güneş: Büyük Türk Devletini temsil eder. (Hedefini) Cumhurbaşkanlığı’ndaki Fors’un ortasındaki Güneş’te aynı hedefi gösterir: Büyük TÜRKİYE.16 Devlet yıldızla belirtilmiştir. Yani Osmanlı  Devlet Armasındaki Güneş, şimdi Cumhurbaşkanlığı Fors’undadır.

 

Ayrıca burada bir bilgi daha verelim: İstiklal Savaşı Madalyası’ndaki Güneş de bu Cihan Devlet’ini ve onun için kahramanca savaşanları temsil eder. Akif ne güzel söylemişti: 
“Bir Hilâl uğruna Ya Rabb, ne güneşler batıyor…”


 

*

Son zamanlarda bu armanın 1856’lı yıllarda İngiliz Kraliçe Victoria tarafından yapıldığı yazılıp çizilmektedir. Bu konuyla ilgili bilgiler verilirken Abdülmecid’e sunulduğu ve Abdülhamid tarafından bazı ekler yapıldığı anlatılmaktadır. Oysa durum çok açık. Osmanlı Devlet Arması’nı Abdülhamid Han bizzat elleriyle çizmiş ve kendisinin emriyle  bu işin erbabı Türk sanatkarlara yaptırmıştı.

Koca Sultan  o gün şöyle bir şey söylemişti: “Sonra demezler mi Osmanlı Devlet Arması’nı bile İngilizler  dökmüş, yapmış.” Bu arma açıkça İngilizlerin ve Siyonistlerin tuzağıydı ki, Abdülhamid Han bunu def etmişti. Zaten aslında İngilizlere ait olan birkaç armayı bile Osmanlı yapmıştı. Futbol Takım’ı (Portsmouth Spor Kulübü) arması gibi.

Devleti şahanede arma yapmak için bile İngilizlere veya diğerlerine bu konuda ne ihtiyaç olabilirdi ki? Şunun gibi kelime oyunlarına dikkat: “Türklerde arma diye bir şey yok!”  Tabii ki  burada semboller söz konusu. Bir çok tuğra ve damgalarda gizli semboller Türk Devletleri tarafından kullanılmıştır. Birileri arma kelimesiyle bir çok sembolü, madalyonu  ve madalyayı yok sayamaz! Damgalarda bu zaten mevcuttu. Türklerde her boyun bile damgası vardı.

Abdülhamid Han’ın elleriyle çizmiş olduğu Osmanlı Devlet Arması’nı, bugün Fatih Halıcılar Caddesi sonunda bulunan eski Bizans Manastırı’ndan dönme Molla Fenari İsa Caminin -o günkü Halveti Tekkesi olarak- kullanıldığı  sıralarda, Bayrami öğretisine bağlı ‘Tılsımlı Ahmed  Derviş’ isimli bir kişi tarafından bugün cami olan yerde kalıplanmıştır.(Halvetiliğin içinde Bayramilik de barınmıştır) O günlerde Molla Fenari Cami, yani tekkesi istihbaratçı dervişlerin uğrak yeriydi. Sultan Abdülhamid Han da Fatih’i her ziyaretinden sonra gizlice buraya geldiği olmuştur.

 










--
Arşiv:
http://sivilinisiyatif.blogspot.com
http://osmanlimodeli.blogspot.com