3 Şubat 2010 Çarşamba

OSMANLI ARŞİV BELGELERİNİN BULGARİSTAN'A SATILMASI OLAYI

OSMANLI ARŞİV BELGELERİNİN BULGARİSTAN A SATILMASI OLAYI Yazdır E-posta
Yazar Cezmi YURTSEVER   
Çarşamba, 04 Haziran 2008

"WHY OTTOMAN ARCHİEVES DOCUMENTS SOLD TO BULGARİA?

-Mayıs 1931 tarihi içinde İstanbul Defterdarlığı,”Evrakı metrukeyi tasfiye etme” düşüncesi kapsamında Osmanlı döneminden kalan 1.5 milyon tarih belgesini okkası 3 kuruş 10 paraya kuru ot ve saman fiatına Bulgaristan’a sattı. -Türk Tarihi Arşiv belgelerini satma işini M.Tekfuryan adındaki bir Ermeni şirket sonuçlandırdı. -Türkiye’nin her yerinde (il, ilçe. Köy) Osmanlı’dan kalan arşiv belgeleri yakıldı veya yok edildi, elden çıkarıldı. Yakılanlar arasında Arap harfleri ile yazılmış el yazması Kuran'ı Kerimler bile vardı. -Arşiv belgelerini satma işinin sorumlusu 1920’li yılların başlarından 1946 yılına gelinceye kadar devlet yönetiminin tepesinde bulunan Mustafa Abdülhalik Renda ve arkadaşlarının onayı ile gerçekleştirilmişti. -Ve Abdülhalik Renda, “ünlü bir masondu”. Tarihin gündeminde gerçekleştirilenler “Türk milletinin tarihine ihanet idi” ama bu suçlamayı yakıştırmayı hiç kimse üzerine almadı.-Resmi tarih çelişkilerle dolu acı gerçekleri görmek istemedi. 

-Türkiye’de resmi tarihin savunucusu “fırıldak tarihciler" gerçekleri açıklayabilir mi!

 ar-1.gif

Abdülhalik Renda, Osmanlı Arşivini Bulgaristan'a satışına onay veren ünlü mason

Mayıs ayı 1931 tarihi gelende İstanbul’un hali bir başkaydı.  Kış aylarından yeni çıkılmış, parklarda lale çiçeklerinin  kımızıdan sarıya her türlü rengi boy atıp serpilmişti. Karaköy’dan vapura binenlerin adalara doğru gidişi esnasında martıların süzülerek uçması, boğazın beyaz köpüklü dalgaları arasından yunusların birbiri ardı sıra fırlayarak atlamaları görenleri derin derin düşündürüyordu.  Sirkeci sahillerinde ise insanlar bir koşturmaca ve telaş içindeydi. Köprü üzerinde oltalarını haliç’in sularına atarak kısmetlerine avlayacakları balıkların sayısı ile kendilerini avutanların durumu görülmeye değerdi.

Aşağıda Bulgaristan'daki Cyril ve Methodist Arşiv/kütüphane binası

ar-2.jpg

 Sirkeci tren istasyonunda ise bir başka telaş vardı o günlerde…Cağaloğlu yokuşundan aşağı doğru inerek tren istasyonuz önünde duran kamyonların üzerindeki yüklerdi boşaltmaya çalışan hamalların alınlarındaki terlerden anlaşılıyordu ki çok zahmetli ve ve yorucu bir yük taşıdıkları…  O sırada Babıali yokuşunda yürümekte olan genç gazeteci İbrahim Konya’nın gözleri faltaşı gibi açıldı. Az önce Sirkeci’ye doğru giden kamyonların üzerindeki balyalardan kopan kağıt parcaları etrafa saçılmıştı. Altın sarısı kağıtların bir kısmı yerlerde sürünüyordu. Parçalanan ve ezilenler de vrdı. Onca telaş ve koşturmaca arasında sadeve İbranhim Hakkı efendi’nin dikkatini çekmişti kağıtlar….    4 Haziran günü sabahleyin Son Posta gazetesinin ilk sayfasında yer alan şu haber okuyucuların kaşlarını çatmasına neden oldu: “…Mayısın on ikinci Salı günü Sultanahmetteki Maliye evrak hazinesinin önünde (20–30) kadar araba sıralanmış kapının önüne büyük bir baskül konmuş, bir takım çemberlenmiş kâğıtlar tartılıyor ve hamallarla bu arabalara konuluyor ve Sirkeci istasyonuna taşınıyordu. Bu ameliye esnasında bunlardan birçokları da sokaklara dökülüp saçılıyordu..."Aslında gazetenin yazdıkları bir konuya parmak basmaktı. Sirkeciye doğru giden  kamyonlardan savrularak yere düşen kağıt parçaları Osmanlı Arşiv belgeleri idi.  Haberin yayınlanması üzerine Hükümetin haberi olmuş sevkiyat durdurulmuştu.  Muallim Cevdet’in zamanın başbakanı İsmat Paşa’ya yazdığı duygusal mektup ve konunun TBMM’de gündeme getirilmesi üzerine Arşiv belgelerinin taşınması ve satılması konusu tartışmalara neden oldu.  İnsanları dehşete düşüren çelişkili gelişme ise Arşiv belgeleri  M. Halim ve M. Tekfuryan adındaki bir Ermeni’nin sahibi olduğu şirket tarafından satıl alınmış ve Bulgaristan’a satılmıştı. Bu durumda şu soru akla geliyor:-Neden bir Ermeni şirket Arşiv belgelerini alıyor, ve neden Bulgaristan’a satılıyor!    Aslında Arşiv belgelerinin satılması olayının aylar önce başlayan gelişmesi yaşanmıştı. İsmet İnönü Hükümeti’nin Maliye Bakanı Abdülhalik Renda’nın emirleri çerçevesinde “Evrakı Metruke’nin Tasfiyesi” (işe yaramaz evrakların/belgelerin elden çıkarılması) düşüncesi kapsamında İstanbul valiliğine bağlı Defterdarlık bünyesinde çalışma gösteren bir komisyon kurularak depolarda ve dolaplarda yer bulunamıyan ve artık “işe yaramaz” olan kağıt parçası evrakları ortadan kaldırmak gerekiyordu.  Satış işi için 13 mayıs (1931) tarihinde gazeteleri ilan verilmiş, kısa bir zaman sonra 21 Mayıs (1931) tarihinde de sonuçlandırılmıştı. Satılan evrakların tutarının  120 balya ve 400 sandık civarında olduğu anlaşıldı.  Satış işi mayıs 1931 de gerçekleşmişti ama bu olaydan 9 ay önce Ankara’dan gelen bir yazı üzerine komisyon kurularak ve işe yaramaz belgeler ayıklanarak satılması istenmişti. İstenmişti ama kurulan komisyon bir türlü hangi evrakların elden çıkarılacağına karar verememişti. Gelişmeler sonrası TBMM’de Arşiv belgelerinin satılması konusundaki tartışmaya cevap veren Maliye Bakanı’nın şu sözleri sözleri tutanaklara yansımıştı: Yeni harflerin kabulü münasebetiyle bu evrakın kıymeti tarihiyeye haiz olmayanlarını yakmak mevzubahis oldu. Vekalette düşünüldü ki bunlar imha edileceğine , memleket dahilinde şuraya buraya atılacağına kağıt fabrikalarına satalım dendi”.

Güya burada Maliye Bakanı kendini savunuyor. İstenirse Bulgaristan evrakların hepsini olduğu gibi  gönderebilirmiş. Ve satış işlemi sonrası anlaşıldı ki evraklar/belgeler Defterdarlık önünde kurulan baskül/kantar ile tartılmış ve okkasına  3 kuruş 10 para değer biçilmişti.  Ve de satılan evrakların miktarı ise 120 balya ve 400 sandık civarında idi. Ağırlığı kantar ölçümleri sonucu 40 ton civarında idi. Özetli Osmanlı döneminden kalan tarih evrakları “kuru ot ve saman fiatına” elden çıkarılmıştı. Bahanesi de hazırdı “Yeni harflerin kabulü münasebetiyle”. TBMM’deki tartışmalar sonrasında kendisini savunan Maliye Bakanı “ mevcut evrak tetkik edilmiş işe yarayanlar ayrılarak  yukarı kata konulmuş ve mütebaki (geride kalan) işe yaramayanlar da satımlık için ayrılmıştır”…

İstanbul'da Osmanlı Hüküametinin çalıştığı Babıali binasının giriş kapısı

ar-3.jpg

 

    Sirkeci’den yola çıkan kara trenin “çuf çuf” sesleri istim üzerinde etrafına dağıttığı kara bulutlar bir bir savruldu. Güzergah belliydi, önce Edirne ve daha sonra da Bulgaristan sınırı…Daha da ilerde Bulgaristan’ın orta yerindeki Sofya. Türkiye’den gelen arşiv evrakları vagonlardan dikkatle indirildi. Bulgar yetkililer “Cyril ve Methodist” adı verilen tarihi binanın veya kütüphanenin deposuna taşıdılar Türkiye’den gelen evrakları.  Balyaların çemberleri açıldı. Dosyaları tutan ipler çözüldü ve zarflar veya dosyalar içindeki evraklar bir bir çıkarılmaya başlandı.  “Türkler kendi arşiv belgelerini kuru ot fiatına satarak elden çıkarmışlardı. Evrakların yeni sahibi tarih meraklısı Bulgarlardı şimdi”. Daha da acısı Türkiye’de kraldan kralcılar için saldırı ve suçlama kampanyaları da hazırdı. Birilerini bir yerden bir işaret veriliyor, gazeteler o yönde yayın yapıyordu. Türk milletini geri bırakanlar belliydi: “Osmanlı dönemi yüzyılları”. Ve hain padişah gafil yöneticiler. En son Padişah Vahdettin’de ülkesini İngilizlere satan en haindi! Osmanlı ülke insanlarını cahil ve geri bırakmıştı! Şimdi ise yeni döneme geçilmişti. Her şey güzeldi.

ar-4.jpg Sonradan anlaşıldı sadece satılan veya elden çıkarılan İstanbul defterdarlığına bağlı Osmanlı Arşiv belgeleri değildi. Cevdet Paşa kütüphanesinde bulunan 600 arabalık evrak da yok edilmişti. Milli eğitime ait belgeler, askerlik kayıtları ve diğer evraklar. Sadece nüfus ve tapu evraklarının korunmasına karar verilmişti. Bulgarlar, Türkiye’den gelen evrakların tasnifini yaptılar. Ve ortaya çıkan sonuçlar şöyle idi:     -350 gömlek içinde 1 milyon belge    -700 adet Maliye defteri    -450 adet icmal mufassal tahrir defteri

     -200 adet Şeriyye sicil defteri…Özetle: 1.5 milyon Osmanlı Arşiv belgesi satılmıştı Bulgaristan’a…

BABIALİ BİNASI; 18.yüzyıl

ar-5.jpg      Bulgaristan’a satılan arşiv belgeleri Türk milletinin en uzun ömürlü ve cihan devleti sayılan ve 600 yıl ömür süren Osmanlı tarihine ait önemli belgelerdi. Arşiv belgeleri hatırlanacak olaylar bilgilerdi. Yani tarihin hafızası idi. Satılan evraklar içinde vakıf kayıtları da vardı. TBMM’deki tartışmalardan sonra güya Bulgaristan’a satılan evrakların geri getirileceği açıklamaları yapıldı. Ertesi 1932 yılı içinde birkaç balya evrak göstermelik olarak Türkiye’ye getirilmiş oldu. Olayı yakından izleyenler öğrendiler ki geri gelen evrak balyaları 1936 yılına kadar ipleri bile çözülmemiş, depolarda sararıp solmaya çürümeye bırakılmıştı.     Arşiv belgelerinin elden çıkarılması olayının genişleyerek artması sonucu:     - Sadece İstanbul’da doeğil, Türkiye’nin her yerinde il, ilçe köy Osmanlı dönemi arşiv belgeleri de elden çıkarılmaya yakılmaya ırmaklara atılmaya, mağaralara saklanmaya başlanmıştı.     -üzerinde Arapça harfli Osmanlıca yazılar bulunan mezar taşları hükümet binalarının girişindeki mermer kitabeler de yerinden söküldü kazıldı.

     -“Tasfiye etme” düşüncesi çerçevesinde Türkiye’nin her yerinde vakıf taşınmaz malları, camiler ve mescitler bile satılmaya  elden çıkmaya başlamıştı.

 ar-6.jpgAbdülhalik renda imzalı kağıt para

 

Özetle:Türk milletinin tarihi hafızası yok edilerek tarihi araştırması, sorgulaması gerçekleri ortaya koyması savunması engellenmeye yok edilmeye çalışıldı. Dünya tarihinde böylesi bir uygulama hiç görülmemişti. Tarihiyle, kültürüyle, kökenleriyle bağları koparılan bir ülkenin insanları idi Türkiye’de yaşayanlar. Bu uygulamanın kısa adı “İhanet” idi ama hiç kimse bu sözü üzerine almak istemedi.  Yıllar yıllar sonra öğrenildi ki bu Osmanlı dönemi tarihi arşiv belgelerini ortadan kaldırma projesinin başında bulunan kişi Abdülhalik Renda, Arnavutluk Yanya doğumlu, Osmanlı döneminde çeşitli memurluk idarecilik, hatta 1918 yılında Halep valiliği de yapmış, Milli Mücadele’den sonra özellikle İnönü hükümetlerinin değişmez Maliye Bakanı, ömrü hayatının son yıllarına kadar (1946) TBMM Başkanlığı yapmıştı. Ve o Türkiye’deki Masonların önde gelen lideri idi.  Bir şekilde adı Türk olan ama yaptıkları uygulama ile Türk milletinden intikam alan en büyük darbeyi vuran hareketin de lideri idi. Bütün bu olanları kurgulanan resmi tarih hiç bir zaman görmek istemedi. Gündemine almadı, alamadı…

Osmanlı Veziri huzurunda yapılan bir toplantı ve alınan kararlar

ar-10.jpg

Osmanlı Defterdarlığında çalışma devame diyor, katipler evrakları kayda alıyor.

ar-9.jpg

ar-8.jpg

Mustafa Abdülhalik renda onaylı "Bozkurt" resimli TC kağıt parası.

ar-7.jpg Babıali yokuşu 
Görüntüleme sayısı: 1572

Yorumlar (6)


--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

CAMİLERİN SATILDIĞI BİR DÖNEM YAŞANDI TÜRKİYE'DE!

CAMİLERİN SATILDIĞI BİR DÖNEM YAŞANDI TÜRKİYE DE! Yazdır E-posta
Yazar Cezmi YURTSEVER   
Perşembe, 12 Haziran 2008

 "THOUSANDS MOSQUES SOLD İN TURKEY  BETWEEN 1935-50"

Türkiye’de 1924 yılında çıkarılan Tevhidi Tedrisat Yasası ve onu izleyen 1935 tarihli Vakıf taşınmazlarını elden çıkarma yasa uygulamaları çerçevesinde 3.000’i aşkın cami ve mescit satıldı, özelliğine son verildi.     -Cami ve mescit satma işlemi İstanbul, Bursa, Maraş, adana, Antep, Urfa ve Konya’da İslam/Osmanlı izlerini ortadan kaldırmak için yapıldı.    -İstanbul’daki Ayasofya camisinin de kapatılmasında aynı amaç vardır.     -Camilerin satılması olayının perde arkasında Türkiyeyi “Batılı-Laik devlet” olarak şekillendirmek isteyen Masonik zihniyet mensupları vardı. Çünkü o dönemde Türkiyenin yönetimi onların elinde idi. 

    -Türkiye’nin yakın dönem tarihine 1935-50’li yıllar arası “camilerin satılması” konusu eklenebilir mi!

 

 

cami-8.jpg

Fatih'in Rumelihisarında yaptırdığı camiden kalan minare       Doğduğum yer olan Kadirli’de Muallimin bağı olarak isimlendirilen tepenin eteğinde tarihi bir yapı vardı, Alacami adı verilen. Görünüşüne göre bir zamanlar kilise olarak da kullanılmıştı. Ama Türkmenlerin Kadirli’yi gethi üzerine 140’li yıllarda duvarın üzerine küçük bir minare eklenerek camiye dönüştürülmüş. Salonun bir köşesine de mihrap yeri yapılmıştı. Çocuk aklımızla bakıp durduk Alacami’ye. Aynı mahalleden bir kadın korumasını üzerine almıştı, giriş çıkışlar da yasaktı. Etrafında demir bir çit vardı. Merak bu ya demir çiti aşarak tarihi yapının içinde dolaşmak heyecan verici olurdu. Bir gün Alacami’nin içine girdim. Salon bölümüne de dikkatlice baktım. Tıa andan aşağı doğru bir zincir sarkıyordu. Köşe bucakta da kutular içinde insan kemikleri vardı bol miktarda.     Geçen yıllar içinde tarihi bilgi sahibi olmaya başladık Alacami hakkında. Dulkadir beylerinde Alaüddevle Bozkurt Bey zamanında 1489/90 yılında camiye çevrilmişti. O tarihten sonra da uzunca bir süre cami olarak hizmet yapmış. Kadirli ilçesi ve çevresinde yaşanan aşiretler kavgası esnasında da Alacami kendi haline bırakılmıştı. Osmanlı ordusunun 2865 yılında kasabayı yeniden iskan etmek için gelmesi üzerine Alacami’nin etrafındaki su kuyuları açılmış, ibadet için de düzenleme yapılarak bir de sıbyan mektebi (İlkokul) ilave edilmişti.  Ama 1924 yılı geldiğinde Alacami’nin cami ve okul özelliğine birden bire son verilmişti. Basit bir anlatım ile aynı yıl Tevhidi Tedrisat yasası çıkmış (dini okullar ile mektepleri birleştirme yasası) Alacami’de kapatılmıştı.  Yasanın amir hükmü okular arasındaki farklılığı ortadan kaldırmayı amaçlamıştı ama peki halkın ibadet yaptığı Alacami neden kapatılmıştı? Bu soruya hiç kimse doğru dürüst cevap veremedi. “Vardır bir sebebi hikmeti” diyerek geçiştirdiler. 2000’li yılların başlarında Alacami onarıma alındı. Çatıyı duvarları yeniden düzenlendi, şimdi tarihi haline dönerek yeniden turizme ve hatta ibadete açılacağı günleri bekliyor.

cami-15.jpg

Alacami'nin görünüşü 19.yy sonları

cami-16.jpg

   

 Alacami onarıma alındıktan sonra

 “Resmi tarihe isyanları”esas alan tarihin gizemli şifrelerinin çözümlemeleri konularını içiren bir çalışma amacıyla 2007 yılı Haziran  ayı sonlarında  İstanbul’a gittim. Daha önceden bilgi sahibi olmuştum: 1935 yılında Büyük Ayasofya Camisi, ani bir karar üzerine camilik özelliği sona ererek müzeye dönüştürülmüşü. Benzer bir uygulama Kumkapı semtindeki Küçükayasofya camisi için de gündeme gelmiş, hatta bir gece yarısı aniden minaresi de yıkılmıştı.  İddiaların doğruluğunu araştırmak üzere gitmiştim İstanbul’a…  Zeytinburnun'dan trene binerek Cankurtaran istasyonunda indim. Sora soruştura Küçük Ayasofya Camisini buldum. Kapıdan içeri girdim. Bahçesinde Osmanlı mezarlığı vardı. Kubbesi ihtişamlı idi. Caminin içine girdim. Ve dikkatle baktım mimari yapısına. Kubbe altında tavan duvarını bir şerit gibi çevreleyen bölümde Latince yaçılar vardı. Belliydi ki burası Bizans imparatoru Jüstinyen zamanında yaptırılan dini bir mabed idi.  Ama Osmanlı döneminde de camiye dönüştürülmüştü.  Caminin tanıtımından görevli ak sakallı ihtiyar bir amca vardı. O anlatıyordu herkese caminin yapılış tarihini ve özelliklerini. Amacanın konuşmasını bir yerde kesip, bu cami bir zamanlar ibadete de kapatılmış hatta minaresi bile  parçalanmış doğru mu?. –“Orasını bilemem!” diyerek cevap verdi. Ancak minarenin yıkıldığı ve sonra “Menderes zamanında da yeniden yapıldığı” doğru diye cevap verdi.  Minarenin yanına kadar vardım. Yerden 5-6 metre yukarısına kadar biraz siyahlaşmış taş vardı. Ama onun üzerindeki taşlar bembeyaz renkte idi. Belliydi ki taş renklerinin ayrıştığı yer yıkılma ve yeniden yapılmanın delili idi.  Peki İstanbul’da Ayasofya adını alan bir caminin minaresinin yıktırılmasının sebebi ne olabilirdi! Aynı yıl Büyük Ayasofya camisinin de tarihi özelliğine son verilmişti. Dünya efkarı umumiyesine yaranmak için Camilik özelliğine son verilmiş, ABD’den gelen Bizans araştırmaları uzmanı arkeologların çalışmaları sonucu  Ayasofya, ibadete kapatılmıştı. Yıllar süren çalışmadan sonra Ayasofya “Müzeye” dönüştürülmüştü. Öğrencilik yıllarım İstanbul7da geçtiği için bilirim: Mayıs ayı içinde paskalya bayramı dolayısiyle Yunanistan plakalı çok sayıda otobüs gelirdi Sultanahmet’e, sadece Ayasofyayı görmek  e orada İsa için dua ve ayin yapmak için! Ayasofya, hakkında kulaklarımı çınlatan şu bilgiler vardı: Fatih Sultan Mehmet, 1453 yılında İstanbul’u fethettiği için Bizans’ın enbüyük mabedini Camiyle dönüştürmüştü. Sonradan caminin güçlendirilmesi için de 4 adet minare eklenmişti. Ayasofya sadece cami değil. Etrafında Osmanlı padişahlarının türbeleri, ve Osmanlı ülkesinin en zengin kitaplarına  sahip kütüphanesi de vardı. Ayasofya ibadete kapatılırken sayıları onbinler rakamını aşan Osmanlı harfli kitaplar etrafa saçılmış, yağmalanmış, veya yok edilmişti. Geride çıplak bir müze binası kalmıştı.  Ve yıl 1935’i gösteriyordu. Oysa Fatih Sultan Mehmet Ayasofya için 360 civarında dükkanı bulunan çarşının gelirini, çok sayıda köy arazisinin gelirini Ayasofya vakfına bağışlamıştı ki kıyamete kadar yaşasın diye. Fatih, hazırlamış olduğu vakfiye de de “kim ki Ayasofyayı kapatmak ister kıyamete kadar Allahın gazabından kurtulmasın” diye de beddua sözlerini eklemişti.

cami-4.jpg

1930'lu yıllarda minaresi yıkılan Küçük Ayasofya camisi ...1955 yılında yeniden yapılmıştır.

cami-3.jpg    cami-6.jpg

   Küçük Ayasofya Camisinden görüntüler

cami-1.jpg

Üniversite öğrencilik yıllarımın vazgeçilmezi İstanbul Üniversitesi Merkez binası olarak kullanılan tarihi kapının içinden giderek Hukuk Fakültesinin tarihi yapılarının köşesinde bulunan yemekhanede sıraya girip fiş usulü ile yemek alıp yemek…Veya Beyazıt meydanında kurulan işportacılar çarşısından eski kitaplar almak…Veya öğrencilerin eylemler esnasında ellerini havaya kaldırarak yönetime isyan haykırışlarını dinlemek…Veya çok az da olsa gençlerin kurşun sesleri ile öteye beriye kaçışmalarını görmekti. Bu olaylar 1972/76 yıllarında sık sık belleğime kazınmıştı.  O günlerde başımı kaldırıp merkez binasına baktığımda tarihi yapının ön cephesinde Osmanlıca olarak yazılı bulunan “İnna fetehna leke fethen mübiyna” yazısı ile “Dairei Umur-u Seraskeriye” yazılarını kolaylıkla okumuştum. Merak bu ya bu yazılar niçin yazılmış oraya…Sonra o yazıların bulunduğu yerdeki Osmanlı padişah mührü olan tuğra yerinde yoktu. Bu düşünceyi yansıtan sorulara aldığım cevaplar karşısında şaşırdım: “ Harf devriminden sonra  Merkez binasının cephesinde Kuran ayeti yazan bölümün üzerine mermer levha ile örttüler. Sonra levha tekrar kaldırıldı. Şimdi gördüğün gibi” diyorlardı. Bir zamanlar Osmanlı Seraskerlik/Genelkurkmay Başkanlığı olarak daç kullanılan merkez binasının durumu şaşırtıcı idi.    Yine İstanbul’da iken otobüsle Boğaziçine doğru yol alır, Rumelihisarı –Bebek hattına gider. Ve Rumelihisarında dururdum. Rumelihisarının görünüşünü seyr etmek, içine girmek heyecan verici olurdu.  Yine günlerden bir gün Rumelihisarına girdiğimde, orta yerdeki tiyatro yapısının yanında/bitişiğinde bir Osmanlı camisinin üzeri yıkılmış minaresini gördüm. Ve duygulandım. Bu camiye ne olmuştu? Caminin bulunduğu yerde şimdi açık hava tiyatrosu vardı. Ve orada her türlü sanat olayları düzenleniyordu.   Rumlelihisarını Fatih Sultan Mehmet, 1452 yılında İstanbul fethinden önce Boğazın güvenliğini sağlamak üzere askeri kontrol merkezi olarak yaptırmıştı. Kendisi ve vezirleri paşaları temel atma törenine katılmış, Dua okuyarak ve omuzlarında taş taşıyarak inşaatını başlatmışlardı.  Rumelihisarı’nın yapımı bittiğinde mimari şeklinin Arapça “m-h-m-d” harflerinin birleşimi yani “Muhammed” yazılı olduğu bilgisine ulaştım.  Fatih, İstanbul’u fetih için Hz. Muhammed’in adını şekil olarak yapımına esas almıştı. Aradan geçen zaman içinde Rumelihisarı içine cami yapılmıştı. Ve bilinen oydu ki Rumelihisarında temizlik yapmak amacıyla evler ve diğer yapılarla birlikte cami de ortadan kaldırılmıştı. Ve bu uygulama muhtemelen 1930 ve 40’lı yıllarda gerçekleştirilmişti.  Özetle: Fatih’in torunları, 20.yy başlarında Fatih’ten ve Osmanlı’dan kalan tarihi mirası ortadan kaldırmak için acımasızca yıkıyor yok ediyordu!    1988 yılında görev tayinim Adana Fen lisesi’ne çıktı. Adana’ya geldim. Şehre dikkatle baktım. Tarihini araştırmaya başladım. İlk öğrendiğim çelişkili gerçek ise Taşköprü’nün Abidinpaşa caddesine açılan köşesinde Osmanlı zamanından kalan yapım tarihi 1650’li yıllara kadar giden Cafer Paşa camisi yıkılmış, yerinde cereci çömlekci esnafının arsası vardı.  Cafer Paşa camisi 1950’li yılların başlarında cadde genişletme bahanesiyle yıkılmış, yeri de  çömlekçilere arsa olmuştu.  Sonra Adana şehir merkezinde bulunan Halep çarşısı içindeki yorgan satıcıları sokağının köşesindeki tarihi duvarın penceresinden içeri baktığımda mihraba benzer şekiller gördüm. Ve Müze Müdürü İsmet İpek’ten bilgi aldım: “Siyavuş Mesciti satıldı.Gördüğün gibi durum rezillik” diye cevap verdi. Siyavuş Mesciti 1940’lı yıllarda 1000 Tl karşılığında polis emeklisi bir kişiye satılmıştı. Mesciti alan şahıs iç kısmı bölmelere ayırarak dükkana dönüştürmüş ve kiraya vererek gelir elde etmeye başlamıştı.  Çok değil birkaç yıl önce Adana düşman işgali altında idi. “Ezan sesi” ve “Bayrak uğruna” şanlı bir mücadele verilmişti. 5 Ocak Adana’nın düşman işgalinden kurtuluşu anısına büyük bir bayrak halkın elleri üzerinde dolaştırılmış, Ulucami ile Büyüksaaat arasına bağlanan bir halat üzerinde rüzgarla dalgalanan Türk bayrağı gurur sembolü olmuştu.  Ama devir değişmiş camilerin satıldığı yıkıldığı bir dönem yaşanmıştı Türkiye’nin her yerinde.  Bunlar benim gördüklerim ve bildiklerimdi. Sonra 2007 yılı Haziran Temmuz ayı içinde sıcak bir günde adının Ülkü Akgündüz olduğunu öğrendiğim  İstanbul’dan araştırmacı bir gazeteci telefonla beni aradı ve Öğretmenevinde buluştuk. “-Hocam ben Cumhuriyet döneminde satılan camiler hakkında araştırmalar yapıyorum. Sizin Adana’da neler var” dedi.  Ben de ona Cafer Paşa camisi ile Siyavuş Mesciti’ni örnek gösterdim. Sayın gazeteci sabırla yazın sıcağına aldırmadan araştırmasını yaptı. Halk ile görüştü ve not defterine bir hayli bilgi yazdı. Ve gitti. 

cami-13.jpg

  Taşköprü'den yürüyüş , arkada solda Cafed Paşa Camisi görülüyor

cami-12.jpg

 Cafer Paşa camisinin minaresi yıkılarak yok etme çalışması başlatılıyor,1950'lerin başı

 Sonra öğrendim. Sayın Ülkü Akgündüz Şubat 2008 içinde Aksiyon dergisinde Satılan Camilerin hikayesini yayınlamış. Yazısını dikkatle okudum. Hayran kaldım. Türkiye’de resmi tarihin üzerini özenle örtmeye çalıştığı bir konunun aydınlığa kavuşması için başarılı bir araştırmaya imza atmış kamuoyuna da mal etmişti. Sayın Akgündüz’ün araştırma sonuçlarına göre Vakıflar yasasının çıktığı 1935 yılından sonra İstanbul başta olmak üzere özellikle Bursa, Konya, Gaziantep, Urfa vilayetleri başta olmak üzere 3.000’in üzerinde cami ve mescit satılmıştı. İsterseniz sayın Akgündüz’ün araştırmasından bazı bölümleri birlikte okuyalım: Dr. Nazif Öztürk, 1926-1972 yılları arasında üç bin civarında cami, mescit ve bunların arsasına karşılık, üçü arsa olmak üzere toplam altı kilise ve manastırın satıldığını tespit etmiş.

Camilerin tasnifiyle ilgili kanun, beş vakit ibadete açık olmayan, cemaatsiz, görüş zaviyesi kapalı, hasarlı camilerin satılacağını bildiriyordu. Bir de ‘500 metre’ maddesi vardı ki sanat tarihçisi Prof. Dr.Semavi Eyice’ye göre camilerin mahvına sebep olan işte bu maddedir. Birbirine beş yüz metre mesafede olan iki cami ya da mescitten birinin yıkılmasını gerektiren bu karar, en çok da sevimli mahalle mescitlerini vurdu. Değeri ne olursa olsun ikinci ibadethanenin feda edildiğini söyleyen Prof. Eyice, İstanbul’dan bir örnek veriyor: “ Şehzade Camii ile Burmalı Mescit yan yanadır. İkisinin de cemaati vardı; ama ne yaptılar? Beş yüz metre şartına göre, Şehzade Camii’ne dokunamayacakları için mescidin çatısını kaldırdılar, dört duvar hâlinde bıraktılar…
  Bir örnek de Gaziantep’ten verelim. Alâüddevle Camii ile Boyacı Camii arasını ‘Evliya Çelebi usulü’ adımlayan Necmettin Şahiner, 470 adımda altı mescidin yok olduğunu tespit etmiş; Kara Yusuf Mescidi, Fırfır Mescidi, Kazancı Mescidi... İçlerinden sadece Çırçır Mescidi, Abdülkadir Aksu’nun Antep’te vali olduğu dönemde ihya edilmiş. “Küçükken mescide yakın otururduk.” diyor Şahiner Hoca, “Kanunî devrinden kalma bu mescitte buğday değirmeninin makineleri çalışırdı.” Mescitlerin birbirine yakın oluşundaki hikmet neydi? Bir görüşe göre; bastonuyla ağır aksak yürüyen ihtiyarların cemaate yetişmesini kolaylaştırmaktı. Diğeri ise Edirneli şehir tarihçisi Oral Onur’dan geliyor: “Edirne ufak şehir, dört beş kilometre içinde bin yedi yüz caminin çok olduğunu söyleyenler yanılıyor. Onların çoğu mescitti. Mescitler yalnızca ibadet yeri değil, bugünün kültür merkezleri, sosyal yardım kurumlarıydı. Cemaat kendi mahallesinde namazını kılar, fakirler, derdi olanlar soruşturulur, çeşmelerin onarılması konuşulurdu…


1935 yılından sonra satılacak cami ve mescitlerde Millî Eğitim Bakanlığı mensuplarından rapor alındığını; ancak 1945’lere kadar bu raporları düzenleyenlerin memur ve ilkokul öğretmenleri olduğunu gösteriyor. Antalya’nın Elmalı ilçesinde 4 cami ile 8 mescidin ‘tarihî ve mimarî değeri olmadığına’ mahallî maarif memurlukları karar vermiş. Harput Ahi Musa Mescidi’nin satışıyla ise, Harput İlkokulu Başöğretmeni ilgilenmiş. Kararın her zaman tek kişinin inisiyatifine kaldığı o günlerde yürekleri sızlatan bir başka gerçek ise, Eski Eserler ve Anıtlar Kurulu kararıyla eski eser olduğu tescil edilen birçok cami ve mescidin, gerçeğe aykırı olarak arsa şeklinde tanımlanması… Halkın tepkisinden çekinildiği için olsa gerek, satış ilanlarında, cami ve mescit yerine ‘harap vakıf bina’ ifadesinin kullanılması tavsiye edilmiş ve yine bu yüzden sapasağlam camiler arsa diye satışa çıkarılmış. Tire’de satılan 44 parça cami ve mescit arsa gibi gösterildiği hâlde satış kararında kullanılan şu ifadeyi neyle açıklamak gerekir: “İbkasında bir fayda görülmediği, tarihî ve mimarî kıymeti haiz olmayan…” Zamanın Varidat Müdürü Kemal Güç’ün şu sözleri de Dr. Öztürk’ün arşivlerden bulup çıkardığı belgeler arasında: “… Camiler cami hâlinde satılığa çıkarıldığı takdirde isteklilerin çok az olacağı anlaşılıyor. Rağbeti artırmak için, enkazını ayrı, arsalarını ayrı satmak muvakıf olur.” Peki, bu şekilde satılan ibadethanelerden bazı parçaların müzeye kaldırılmasına ne demeli!? Belgeler, Çorum’da 9 adet cami ve mescidin ahşap tavan göbeği ve alçı pencerelerinden birer örneğin Çorum Müzesi’ne nakledilerek satıldığını, Balıkesir- Edremit’teki Yıldırım Camii’nin de kapı ve pencerelerindeki işlemeli mermer taşların müzeye konulması kaydıyla ‘halk evi’…

    cami-11.jpg
 Fatih Sultan Mehmet'in "Muhammed" fdmunda yaptırodığı Rumelihisarının uydudan görünüşü  cami-10.jpg

 İstanbul Üniversitesi merkez binasının görünüşü, 20.yy başları

 Merkez binasının günümüzdeki durumu altta

cami-14.jpg

Bursa’da kaybolan mescitler hızlı bir şehir turuyla görülemeyecek kadar fazla. İhya edilenler bir yana, hâlâ amacı dışında kullanılanlar bile uzun bir liste oluşturuyor. İlginç olan şu ki, yarım asırdan fazla zaman geçtiği halde halkın hafızası meskene, depoya ya da iş yerine çevrilen mescitleri unutmuyor. Dışarıdan fark edilmemesi için etrafı duvar ya da barakalarla kapatılsa ya da mimari özelliğini tamamen yitirmiş olsa bile tapuda hâlâ mescit olarak görünüyorlar; minare yerleri belli, bir kısmının kitabesi ve mihrabı olduğu gibi duruyor. Bursa mescitleri üzerine bir araştırma yapan şehir tarihçisi Raif Kaplanoğlu mescitlerin satışlardan önce nasıl âtıl kaldığını izah ediyor: “Bir kentte ne kadar mescit, cami varsa o kadar mahalle var demektir. Bursa’daki mahalleler, mescide açılan çıkmaz sokaklar şeklinde oluşur. Mahallenin bir kapısı vardır, kapısında bekçi durur, bir haneye girer gibi girersiniz. Bu mahalle dokusu 1855 depreminden sonra, modernleşme yanlısı Ahmet Vefik Paşa’nın da yardımıyla kaybolunca mahalleler birleşti. Böylece cemaatsiz kalan bazı mescitlerin satılması kolaylaştı.” Satılıp da amacı dışında kullanılan mescitlerden çok azı Nilüferhatun Mescidi kadar şanslı olabilmiş ki o da bir Kur’an kursuna dönüşebilmek için 1950’lerde parti binası olmaya tahammül etmek zorunda kalmış. İkinci Murat devrinde yaptırılan ve 1960’lara kadar ev olarak kullanılan Hocailyas Mescidi kimliğini kaybetmiş görünüyor. Reyhan Mahallesi’ndeki Zağferanlık mescidini görmek isteyenler ise 18 numaralı evle karşılaşacak bugün… Nitekim, evin yanındaki Bekir Dede Türbesi’ni soruşturmak bahanesiyle kapıyı tıklattığımızda ev sahibesinin bir 15. yüzyıl mescidini mesken tuttuğundan haberdar olduğunu anladık. Bursa’nın fethinde şehre ilk girip ezan okuyan Ahi Hasan’ın yaptırdığı Sürmeli Mescidi bile satılıp eve çevrildiyse kime ne diyebiliriz? Bursa’da mesken olan diğer mescitler şöyle; Hocayunus, Hocamenteş, Hocaturgut, Simitçi, Âşık Yunus, Karamanlı, Mizanoğlu, Oruçbey Mescitleri… Elden ele dolaşan sevimli mahalle mescitlerine cüz’i bir kirayla yerleşenlerin, apartman dairesine güç yetiremeyen yoksul aileler olduğunu anlamak zor değil…35 camisini ve 42 mescidini kaybetmiş bir Antep’ten söz ediyorsak, adını bir sokağa veren ‘Harap Mescit’, mânidar bir örnek olarak anılabilir yalnızca. Mihmandarımız Necmettin Şahiner ve Bilal Zengin’le pek kederli biçimde yanına vardığımız fırının aslında Ahi Baba Camii olduğunu bilmek neye yarar? Tabakhane Mescidi yerine işaret edilen boş arsaya bakmak… Aynı ümitsiz yürüyüş Sivas’ta da devam ediyor. Kaleardı Mahallesi’ndeyiz. Bir dönem askerlerin koğuş olarak kullandığı mahalle mescidinin yerinde çocuklar kızakla kayıyor şimdi. Şehir tarihçisi Kadir Üredi ya da Sivaslıların ‘Kadir Amca’sı eliyle yolu gösteriyor: “Şuradan daracık bir yol giderdi, mescit tam buradaydı, Kur’an kursu da hemen yanındaydı. Annem Kur’an’ı burada öğrenmiş.” Kadir Amca’nın hafızasında mescidin hem mescit olduğu hem de koğuş olarak kullanıldığı günlere ait çocukluk hatıraları var: “Bir Ramazan gecesinde cemaatin ayakkabılarını tabuta koyarak mahallede gezdirmiştik. Gürültümüzü duyup peşimize düştüklerinde tabutu bırakıp kaçmıştık. Sonradan oraya askerler yerleşince, annelerimizin elimize tutuşturduğu ayran bakraçlarını mescide taşırdık. ‘Sakın para almayın’ diye sıkı sıkı tembihlerlerdi bizi.” …

     Urfa’daki 45 camiden 38’i, 1934 yılında açık artırmayla satışa çıkarıldıktan sonra neler yaşandığını, babası Hacı Rafii’nin yanından hiç ayrılmayan Dr. Münib Görgün anlatıyor: “O günlerde, dinî hassasiyeti olan büyük çoğunluk açık artırmaya katılmadı. Ancak bazı talihsiz insanlar bu ibadethaneleri yok pahasına satın alarak mülkiyetlerine geçirdi. Camiler birer birer ambara ya da eve dönüştü. Biz çocukken, o evleri bilirdik ve akşama kadar kapılarına taş atardık. İnönü devri kapanınca babam bir cami yaptırma ve yaşatma derneği kurdu ve kolları sıvadı. Camileri sahiplerinden satın alıp ibadete açabilmek için Harran ovasında çalmadığı kapı kalmadı.”…

CAMİLERİN YARISI SATILDI

Dr. Nazif Öztürk, Evkaf Umum Müdürü’nün Başvekalete yazdığı 28.1.1937 tarih ve 201537/10 sayılı yazıya dayanarak, ülke genelinde mevcut camilerin yüzde ellisinin tasnife tabi tutulduğunu yani ibadethanelerin yüzde elli oranında azaltıldığını söylüyor. Hayrat Kütük Defteri incelendiğinde 1926 ile 1972 arasında 494 cami arsası, 722 mescit arsası, 598 cami ve 995 mescit satıldığı görülüyor. Hayrat satışının en az olduğu şehir bir mescit ile Yozgat, en fazla olduğu şehir ise 386 eserle İstanbul. Ülke genelinde kadro haricine çıkartılan 914 camiden 81’inin satıldığı İstanbul’u 209 satışla Bursa ve 208 satışla Aydın izliyor. İlk satılan mescitler Sivas ve İzmir’de ve ilk satılan camilerden biri yine Sivas’ta. Ağrı, Artvin, Batman, Bilecik, Bingöl, Hakkari, Kırıkkale, Şırnak, Uşak ve Van’da ise hayrat satışına rastlanmamış”…
    Sayın Ülkü Akgündüz’ün araştırma sonuçları böyle…      KULAKLARIM ÇIĞLIYOR VE AĞLIYORUM  

   Yakın dönem Türkiye tarihinde yıllar süren “Cami satma”, “Osmanlı’dan kalan arşivleri yakma ve yok etme” devri ve olayları yaşanmıştı. Bunu kimler niçin yapmışlardı?  “Türk milletinin tarihinden kültüründen inancından koparılmasını isteyenler” olarak cevap verebiliriz. Osmanlı bu coğrafyada 600 yıla yakın süre hükmünü/varlığını sürdürdü. Ama Osmanlı en zayıf zamanında bile kendi temel inanç değeri olan camilerini satmamıştı. Ama Türkiye Devletini şekillendirenler bir şekilde Türk insanının kulaklarını çınlatan ezan seslerinin susması için camileri satmaya ve yıkmaya başladıkları bir dönemi yaşatmışlardı. Osmanlı çöktüğünde Türkiye devletine 5000 civarında cami ve mescit bırakmıştı, ama 1935 yılında başlayan “camilerin satışı, vakıf taşınmaz mallarını tasfiye etme, hazineye gelir sağlama” çalışmaları sonucu 3.000’i aşkın dini eser yok edilmişti! Resmi tarihin fırıldakları bu gerçekleri hiç açıklayabilirler mi!  

 

 

 

 

 

 

 Masonların Kardaköy'deki dul kadın heykeli Topkapı Sarayına bakıyor.

cami-9.jpg


Görüntüleme sayısı: 1671


--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

2 Ocak 2010 Cumartesi

Cumhuriyeti Teskilat-i Mahsusa kurdu

Cumhuriyeti Teskilat-i Mahsusa kurdu

M. ALI EREN

50'li yillar... Türkiye'nin genel görüntüsü, Tek Parti Dönemi'ne nazaran daha bir güllük gülistanlik. Demokrat Parti'nin ülkeye getirdigi demokrasi ve özgürlük havasi, devlet ile halk arasindaki gerilimi oldukça azaltmis. CHP döneminin Disisleri Bakani Hasan Saka'nin öncülügünde baslayan Türk-Amerikan iliskileri, "Marshall Yardimi" ile biraz daha rayina oturmus gözüküyor. Gelisen iliskilerin aslinda, Amerika'nin isine yaradigi da su götürmez bir gerçek. Yüklü bir Osmanli mirasina sahip Türkiye'de, Amerika'nin yararlanabilecegi çok sey var.

Türkiye'nin yeniden yapilandigi bu yillarda esrarengiz bir Amerikali, Ford Foundation'in da destegiyle Washington-Ankara-Istanbul ve Washington-Misir arasinda mekik dokuyor. Türkiye ve Misir'da eski bir gizli örgütün üyeleri ile sik sik görüsmeler yapiyordu. Yerli arastirmacilara kapali tutulan bazi gizli kapilar, Türk-Amerikan iliskilerinin yüzü suyu hürmetine, bu kisiye ardina kadar açiliyordu. Philip H. Stoddard adli bu esrarengiz Amerikali, bunca zahmete Osmanli'nin istihbarat örgütü teligindeki Teskilat-i Mahsusa hakkinda aynntili bilgi edinebilmek amaciyla katlaniyordu.

Trablusgarp Savasi sonunda kurulan Teskilat-i Mahsusa'nin birçok görevlisi hayattaydi o yillarda. Bunlardan en önemlisi hiç kuskusuz Esref Kusçubasi idi. Aziz el-Misri, Zübeyde Sapli, Ahmet Salih Harb, Hilmi Musallimi, Satvet Lütfi Tozan ve Hamza Osman Erkan gibi, her biri adeta "yasayan tarih" niteligindeki Teskilat-i Mahsusa üyeleriyle Türkiye ve Misir'da defalarca biraraya gelen "Esrarengiz Amerikali" Stoddard, hayatinin hazinesini bulmustu. Elde ettigi çok önemli bilgileri, 11 Mayis 1963 tarihinde Princeton Üniversitesi'nde doktora tezi olarak sundu. Çalismada 1911-1918 yillari arasinda Osmanli hükümetleri ile Araplar'in münasebetleri inceleniyor, Teskilat-i Mahsusa'nin Ortadogu ve Kuzey Afrika'daki faaliyetleri arastiriliyordu. Stoddard'in bu kapsamli çalismasi sonunda, örgüt ve faaliyetleri hakkindaki bütün bilgiler Amerika'nin eline geçmis oldu.

1.jpg (52482 Byte)

Teskilat-i Mahsusa'nin Süleyman Askerîden sonra reisi olan Esref  Sencer Kusçubasi, büyük yararliliklar gösterdigi Hicaz'da Arap kiyafetiyle gorülüyor.

2.jpg (42826 Byte)

Kahraman-i hürriyet Enver Pasa, kendisine bagli olarak Osmanli Devleti'nin ilk gizli istihbarat örgütünü kurdu, ancak teskilatin asil ürününü Mustafa Kemal Pasa aldi.

CIA IÇlN BlR KAYNAK: TESKlLATl MAHSUSA

Teskilat-i Mahsusa gibi bir gizli örgüt, genis ufuklu ve büyük devlet felsefesi ile düsünen Osmanli devlet adamlari için ne kadar önem tasiyorsa, tipki Osmanli gibi "büyük oynayan" Amerika için de o denli önem tasiyordu. En azindan, dünya hakimiyetinin pekistirilmesi bakimindan bir gizli örgütün dünya ölçeginde nasil çalismasi gerektigine dair önemli dersler veriyordu Teskilat-i Mahsusa.

Stoddard'in Teskilat-i Mahsusa hakkinda elde ettigi bilgiler CIA'nin ufkunu bir hayli genisletmis ve isine oldukça yaramis olmali. Isin ilginç yani, Teskilat-i Mahsusa'nin birikiminden Türkiye'nin bir türlü yararlanamamasi. Çünkü Misaki Milli sinirlari içerisine sikisip kalmis "dar ufuklu" bir Türkiye, o begenmedigi Osmanli kadar bile büyük düsünemiyor.

Stoddard'in Teskilat-i Mahsusa hakkindaki çalismalari 1963'te tamamlandi. Ama Türk kamuoyuna Teskilat-i Mahsusa'yi tanimak Amerika'dan tam 30 yil sonra, yani 1993 yilinda nasib oldu. Çalisma 1993 yilinda ARBA Yayinlari'nin girisimleri sonucu Türkçe'ye çevrildi ve ayni adla yayinlandi: "Teskilat-i Mahsusa: Istanbul'un Dogusunda Bitmeyen Oyun". Kitabin bu tarihte piyasaya çikmasinin özel bir anlami var Mahir Kaynak'a göre. "Bu kitabin yayinlanmasi" diyor Kaynak, "AmerikaAvrupa güç dengesi arasinda bir tercih yapmak noktasina gelmis olan Türkiye'deki Alman lobisinin zayiflatilmasi amacina yönelik."

Bu arada Stoddard'in sözkonusu çalismasini yayinlayan ARBA Yayinlari, önümüzdeki birkaç ay içinde, Teskilat-i Mahsusa'nin en önde gelen ismi Esref Kusçubasi'nin bugüne kadar hiçbir yerde yayinlanmamis hatiralarini Türkçe ve Ingilizce olarak yayinlamayi düsünüyor. ARBA yetkilileri bu hatirati, "dostumuz" Philip H. Stoddard'dan almis.

Teskilat-i Mahsusa, kimi çevrelerce "Kizil Sultan" diye adlandinlan Sultan II. Abdülhamid'in Islamcilik düsüncesini bütün dünyaya yayma isteginin bir ürünü olarak tezahür etmis kabul ediliyor. Yeri gelmisken söylemekte yarar var; bu gizli örgüt, Abdülhamid'i tahtindan eden Ittihat Terakki Partisi mensuplarinca kurulmus.

Iktidara gelinceye kadar oldukça liberal ve özgürlükçü bir siyasal tavir sergiliyor gözüken Ittihat Terakki'nin ayaklari, iktidari zorla ele geçirdikten sonra suya degdi. Ülkenin içinde bulundugu durumu ve dünya konjonktürünü daha yakindan görme firsati bulan Ittihatçilar, devletin kurtulusunun Abdülhamid'in politikalarina dönmekle mümkün olacagini anladilar. Ama artik olan olmus, ati alan Üsküdar'i çoktan geçmisti.

Ittihat Terakki'nin Islamci ve Türkçü bir politika belirlemesi, Talat Pasa'nin 1910 yilinda Selanik'te yapilan gizli bir toplantida Müslümanlar'la gayri müslimlerin esit olmadigini söylemesi ve Balkan Harbi sonunda gayri müslimlerin Osmanli'dan ayrilmasiyla baslar. Ittihatçilar, Abdülhamid'in ektigi Islamcilik tohumlarinin biçilme vaktinin geldigine inaniyorlardi artik. Abdülhamid, Islam dünyasini halifelik etrafinda birlestirmek, ümmet suuru ve Islam kardesliginin olusmasini saglamak amacindaydi. Ancak Ittihat Terakki'nin darbesi sonucu iktidari elinden alinan Abdülhamid'in bu düsüncesi, bir "ütopya"dan öteye geçmedi. Son yillarda yayinladigi önemli arastirma kitaplari ile dikkat çeken Orhan Kologlu, bu faaliyetleri Panislamizm olarak degerlendirmenin yanlis olacagini belirtiyor. Çünkü Abdülhamid döneminde Ittihad-i Islam hareketi, fikri ve sahsi gayretlerin ötesine geçebilmis degildi. Oysa bir hareketin "Pan" niteligini kazanabilmesi için bir örgütünün ve siyasi hedefinin olmasi gerekiyor. Nitekim, Abdülhamid'in dünyanin dört bir yanina gönderdigi "misyoner" ruhlu kisilerin Osmanli Devleti içinde öyle söylenildigi gibi bir teskilatlari yoktu. Bu kisiler padisaha bagli olarak görev yapan gönüllü kimselerdi. Ittihatçilara göre ise, emperyalistlere karsi ciddi bir mücadele verebilmek, bütün Islam dünyasini harekete geçirmekle mümkündü. Bunu gerçeklestirmek için de bir örgüte ihtiyaçlari vardi Ittihatçilarin. Ayrica politikacilari güvenilir bulmayan Ittihatçi kurmaylara göre bu örgüt, gizli bir örgüt olmaliydi.

TESKlLAT-I MAHSUSA: Ilk GlZLl ÖRGÜT

Harbiye Naziri Enver Pasa'ya bagli olarak 1913 yilinda kurulan Teskilat-i Mahsusa'nin daire baskani, Süleyman Askeri Bey idi. Dr. Philip H. Stoddard'a göre 1916 yilinda personel sayisi 30 bin kisiye ulasan örgüt ajanlarinin büyük bir kismi, uzmanlardan olusmaktaydi. Örgütte doktorlar, mühendisler, gazeteciler, politikacilar ve subaylarin yanisira, geçmisi oldukça karanlik ama sadakatlerinden kusku duyulmayan gerilla savasi uzmanlari da yer aliyordu. Böylesine zengin bir "ajan kadrosu" na sahip olmasina ragmen Türkçe ve yabanci dillerde yayinlanan kitaplarda Teskilat-i Mahsusa'dan pek sözedilmemesi, sözedenlerin de yeterince bilgi vermemesi, Stoddard'a göre teskilatin faaliyet alani ve personel sayisini gizli tutmakla yükümlü olan Osmanli devlet adamlarinin bir taktik basarisiydi. Bu asrin ilk çeyreginde faaliyet gösteren Teskilat-i Mahsusa, o yillarda dünyanin en güçlü ve en etkin örgütlerinden biriydi. Ortadogu ve Kuzey Afrika basta olmak üzere üç kitada örgütlenen Teskilat-i Mahsusa ajanlarmm pek azi örgüt mensubu olarak taniniyordu. Resmi üyelik listeleri bulunmamakla birlikte Kusçubasi Esrefe göre böyle bir listenin yayinlanmasi, Ortadogu'daki birçok devlet adamini rahatsiz edecekti.

Dr. Orhan Kologlu:

Ilk örgütlü gizli hareket

Abdülhamit dönemi sanildiginm aksine sadece romantik Islamcilik dönemidir. Panislamcilik yapacak ne örgüt ne kadro vardir. Abdülhamit Bati'ya karsi yalniz Islamcilik alternatifi kullanabilecegini vurgulamistir. Abdülhamit yillari hem Osmanli, hem Islam ve hem de dünya kamuoyunda Islamcilik fikri olustu. Bu fikri pratige döken Ittihat Terakki oldu. Bu fikir Trablusgarb Savasi'nda Enver Pasa'nin kafasinda dogdu. tstanbul'a dönünce hükümet darbesi yaptilar. Enver Pasa'nin sahsina bagli kurulan Teskilat-i Mahsusa devleti kurtarma gayesi ile ilkeleri ve hedefleri olan bir örgüttü.

Teskilat genelde Ittihat ve Terakki'nin askeri kanadina hizmet etti. Dünya Savasi sirasinda cihat ilanini duyurmak için faaliyet gösterdi. Ama devletin içinde bulundugu sosyoekonomik durumun yetersizligi örgütü iflas ettirdi. Ittihatçilari takdir etmek lazimdir ki, bütün Islam dünyasina emperyalistlere karsi mücadele dinamizmini bu teskilat ile vermislerdir. Teskilat-i Mahsusa'dan asil Mustafa Kemal, îstiklal Harbi'nde ürün alir, maceracilari tasfiye eder. Teskilat-i Mahsusa üyeleri diger gizli örgütlerin yaninda Anadolu Ajansi (AA) muhabiri olarak da kurulus yillarinda hizmet ettiler.

Casusluk ve karsi casusluk faaliyetleri tarih boyunca olagelmisti ama, dogrusu bunun Batili anlamda müesseselesmesi ilk olarak Teskilat-i Mahsusa ile gerçeklesti. Abdülhamid dönemi de dahil, bundan önceki dönemlerdeki casusluk faaliyetleri padisahin sahsina bagli olarak yapildigi için, saglikli bir örgüt yapisi olusturmak da pek mümkün degildi.

tarih363.jpg (69463 Byte)

Bati Trakya'da Teskilat-i Mahsusa'nin kurdugu bagimsiz devlette bayrak çekme merasimi yapilirken

Eylem stratejisi

Ittihatçilarin ittifaklari dogrultusunda Teskilat-i Mahsusa, Almanya ile hem finans, hem de teoripratik eylem birligi içindeydi. Kafkasya, îran, Ortadogu, Hindistan ve Afganistan bölgelerinde önceleri Almanlar'la birliktelik saglanmis, ancak daha sonralari basgösteren bazi sorunlar nedeniyle bu dayanisma çözülmeye baslamisti. Almanlar maddi gücü, Teskilat-i Mahsusa ise milis ajanlari sayesinde bölge halkinin destegini saglamislardi. Genel planlama Enver Pasa'nin Alman Genelkurmayi ile koordinasyonu sonucu gerçeklestirilmisti. Uygulama alaninda ise Esref Sencer'in baskanliginda Zübeyde Sapli, Ahmet Salih Harb, Hilmi Musallimi, ve Hamza Osman Erkan gibi serdengeçtiler yer aliyordu.

tarih364.jpg (40389 Byte)

Teskilat-i Mahsusa'nin "Ittihadi Islam" hareketinin temin ettigi Güney Afrika merkezi Yuhanisburg sehri Müslümanlari'ndan bir grup.

Teskilat'in gayesi özetle, Islam dünyasini ve Müslüman Türkler'i bir bayrak altinda toplamak, yani genis imparatorluk cografyasinda yerine göre Panislamizm, yerine göre de Pantürkizm yapmakti. Ancak Ittihatçi kurmaylarin sanildigi kadar ütopist olmadiklarini da söylemek gerek. Bu ideolojilere sahip olmalarina ragmen gerçeklesmeyecek bir rüyanin pesinde olduklarinin da farkindaydilar. Herseyden önce, genel konjonktür tümüyle aleyhteydi. Buna karsi onlarin Teskilat-i Mahsusa'dan bekledikleri sey, Islam ülkelerine saldiran Ruslar'a ve îngilizler'e karsi besinci kol faaliyetlerini sürdürebilmekti.

Ergün Hiçyilmaz

Islam dünyasinin destekledigi bir örgüttü

Teskilati Mahsusa Islam inanci ile Hiristiyanlar'a karsi kurulmus hemen bütün Müslüman dünyasinin destegini almis gizli, militer ve ayni zamanda sivil bir örgüttü. Faaliyetleri Osmanli cografyasindan baska Hindistan, Java, Ortaasya'ya kadar uzaniyordu. Teskilat-in kurucusu Süleyman Askeri. Mensuplarinin hepsi gerilla ruhuna sahip kisilerdi. Örgüt vatanseverlik temeline dayaniyordu.

Teskilat, sabotaj, mühimmat nakliyati gibi sahalarda basarili olurken karsi casuslukta o kadar muvaffak olamadi. Ama kendi istihbaratini devlet disinda kurmus olabilir, bunu bilmiyoruz. Teskilat bütünüyle devlet disinda kurulsa idi daha basarili olurdu. Özerk degildi, Enver Pasa'dan ve onun adami diger Ittihatçi subaylardan emir aliyorlardi. tttihat Terakki'nin yanlislari Teskilat-i Mahsusa'ya da yansidi.

Ittihatçilar sunu göremediler, 1914'te Avrupa karsi cephelere ayrilmis olsa da mücadele Osmanli topragi içindi. Savasi kazansaydik ne olacakti; Almanlar kazanmis olacakti. Hicaz Demiryolu'nun sabote edilmesiyle Istanbul'un Mekke ve Medine ile iliskisini kesmek ve Halifeligi Osmanli disina çikarmayi planliyorlardi.

Bu konudaki arastirmalar Teskilat-i Mahsusa'nin 15 kisisi etrafinda döndürülüyor. Halbuki hiçbir seyden habersiz, sayisi belirsiz ve sadece hizmet gayesi ile çalisan 'nefer' kadrosu vardi. Esref Sencer'i de bazi kimseler tek adam gibi gösteriyor. Süleyman Askeri silinmek isteniyor. Bu tavir Osmanli Türk askerine takinilan tavirdir.

Teskilat-i Mahsusa elemanlarinin ellerinden büyük paralar geçmistir. Ama, para yediklerine dair bir belge görmedim.

MÎT konusunda da biz sadece onun içe dönük yönüyle ugrasiyoruz, diça dönük faaliyetlerini bilmiyoruz. Bizim gizli örgütümüz neden CIA, Intellegent Servis gibi onurlu olmasin. Tabii bu yapilanlan duyurmakla ilgilidir. Yapilanlarin karanlikta birakilmasi, karanlik islere de zemin hazirliyor.

Teskilattaki ünlüler

Enver Pasa, Binbasi Süleyman Askeri, Esref Kusçubasi, Rauf Orbay, Çerkes Ethem, Abdulaziz El-Sinusi, Dr. Esat Isik Pasa, Hüsamettin Ertürk, Mehmet Akif Ersoy, Cezayirli Emir Ali, Afyonlu Ali Çetinkaya, Ali Fethi Okyar, Binbasi Misirli Aziz Ali Bey (sonradan Misir ordusunda general), Nuri Killigil (Enver'in kardesi sonradan önemli sanayici), Binbasi Fuat Bulca (sonradan THK Baskani), Tegmen Islam Bey (Fuat Pasa'nin oglu), Binbasi Mustafa Kemal Bey, Yüzbasi Manastirli Nuri Conker (Osm. Meclisi Mebusan azasi), Dr. Refik Saydam (sonradan bakan ve basbakan), Piyade Yüzbasi Çerkes Resit (Çerkes Ethem'in agabeyi), Tegmen Yakup Cemil (1916'da vatana ihanetten asildi), Dr. Bahattin Sakir, Mithat Sükrü Bleda, Ohrili Eyüb Sabri, Fuat Balkan, Teymen Hilmi Musallimi (1915 Süveys Kanali Harekati'nda Kürt mücahitlerin komutani, Said Halim Pasa'nin katibi), Ismail Canbulat (1926 îstiklal Mahkemesi'nde asildi), piyade subayi Rasuhi (sonradan Mustafa Kemal'in yaveri), Filibeli Hilmi Bey (Ittihat Terakki Müfettisi, 1926'da asildi), Serif Burgiba (Habib Burgiba'nin babasi), Arabistan'da îbn-ür Resid.

(P.H.Stoddard'in Esref Kusçubasi'ndan dinleyip hazirladigi listeden derlenmistir.)

Teskilat-i Mahsusa'nin faaliyetleri Birinci Dünya Savasi'nda yogunluk kazandi. Teskilat, savas boyunca savas ilanini duyurmanin yaninda; karsi casusluk, Ingiliz istihbarat ve kesif kollarina karsi istihbarata karsi koyma harekati da gerçeklestirdi. Bu arada teskilatin askeri operasyonlar yaptigi da bilinen bir gerçek.

Örgütün ilk çalisma alani Bati Trakya oldu. îlk baskan Süleyman Askeri'nin basinda bulundugu Teskilat-i Mahsusa, özel bir tim ile, 1913 Istanbul Anlasmasi sonucu Bulgarlar'a terk edilen Bati Trakya'da, Osmanli Devleti'nden ayri bagimsiz bir Bati Trakya Türk Devleti de kurdu.

1914 yilinin sicak bir agustos gününde, daha harp baslamadan Enver Pasa Rauf Orbay'i îran, Afganistan, Hindistan sahasinda ajitasyon ve anti îngiliz eylemler yapmakla görevlendirmisti. Istanbul Harbiye Nezareti Sark Subesi Baskani Ömer Fevzi Bey araciligi ile yürütülen hazirliklar sonucunda 20 kisilik asker kökenli özel tim, göreve baslamisti. Ekipte bir ara Çerkes Ethem de görev almis, ancak bölge halkinin kayitsizligi ve Almanlar'in ikilik çikarmasi sebebiyle eylem takriben bir yil sonra, Eylül 1915'te sona ermis ve tim dagilmisti.

Afrika'da Trablusgarb, Misir, Çad, Habesistan ve Sudan'a kadar ajanlar gönderilmisti. Meshur Seyh Ahmed El Sunusi'nin Trablusgarp'tan bir denizalti ile Istanbul'a kaçirilmasi, teskilatin bölgedeki en basarili eylemi. Ayrica Enver Pasa'nin Türkistan seferi ve Cemal Pasa'nin Afganistan'a geçirilmesi, en kötü zamaninda bile örgütün hareket kabiliyetini göstermesi bakimindan önem tasiyor. Bu arada Dünya Savasi sirasinda Nil Nehri üzerindeki su depolarini ve barajlari havaya uçurmak, hatta nehrin Sudan ve Habesistan'daki yataklarini degistirmek gibi görevler üstlenen Teskilat-i Mahsusa'nin bu faaliyetlerine dair belgeler, yillardir arastirmacilara kapali tutulan Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Baskanligi Arsivi'nde saklaniyor. Bu arsivde arastirmacilardan sürekli gizlenen belge sayisinin, gayri resmi rakamlara göre 30 bini buldugunu yeri gelmisken hatirlatmakta fayda var.

ENTELEKTÜEL ENFORMATlK FAALIYETLER

Anadolu-Iran-Hindistan çizgisinde mezhep ayriliklarina karsi politika olusturmak üzere özel bir çalisma baslatan Teskilat-i Mahsusa, bir taraftan da emekli yüzbasi Baha Said Bey'in idaresinde sosyolojik arastirmalar yapiyordu. Ayrica Hindistan'a Sürini imamlar gönderilmek suretiyle, Kara Vasifin baskanliginda Islam Ihtilal Komitesi olusturulmustu. Baha Said, Rusça dahil bes yabanci dil bilen ve birikimi hayli fazla bir entelektüel olarak önemli görevler üstlenen bir Teskilat-i Mahsusa mensubu olarak bilinir.

Hicaz seyhlerinin çocuklarinin özel olarak egitilmek üzere Galatasaray Lisesi'ne getirilmesi ve bunun yanisira Misir'dan bir grup din adaminin Mugla'da bir çiftlikte misafir edilmeleri de teskilatm faaliyetleri arasinda yer aliyordu.

Ittihat Terakki bir yandan Teskilat-i Mahsusa gibi faaliyet alani alabildigine genis bir istihbarat örgütü kurarken, öte yandan Islam dünyasinda Ittihati Islam fikrinin olusmasi için egitim ve yayin faaliyetleri de yapmaktan geri kalmiyordu. Bugüne kadar yapilan arastirmalarda belge bulmak mümkün olmadigindan, bu konudaki çalismalar tarihçiler tarafmdan atlanmisti. Doç.Dr. Zekeriya Kursun'un arsivde buldugu el degmemis belgeler sayesinde Ittihatçilar'in, Teskilat-i Mahsusa'ya paralel bir sivil örgüt kurdugu beliriendi. Cemiyeti Hayriyei Islamiye adiyla olusturulan bu sivil cemiyet Medine'de bir Islam Üniversitesi kurmayi bile basarmisti. Teskilatin en önemli prensiplerinden biri de, sivil ve askeri örgütlerin birbiri ile koordineli bir sekilde çalismalarmi saglamakti.

FAALIYETLERlN SONUÇLARI

1911-1918 yillari arasinda Orta Dogu-Orta Asya, Güney Asya, Kuzey ve Orta Afrika'da casusluk, karsi casusluk, propaganda ve çesitli operasyonlar yapan Teskilat-i Mahsusa'nin faaliyetleri, Osmanli Devleti'nin yenilmesiyle resmen sona erdi. Teskilat için çalisan pek çok Arap Osmanli vatandasi isgal altindaki kendi ülkelerine dagildilar.

Bütün bu gelismelerden sonra faaliyetler, örgüte bagli kalmaksizin, bir sekilde devam etti.

Teskilat-i Mahsusa'nin vazife telakkisi

Esref Kusçubasi anlatiyor, "îçimizde kimsenin kaybedecek birseyi yok. Davamizin hakli olduguna ve çalismalarimizin mühim olduguna inanmistik. Sonunda kazanamayacak olusumuzu gözardi etmeye meyyaldik. Hiç degilse, harbin sonunda etrafimizdaki dünya çökmeden, ufak tefek bir kaç zafer kazanabilirdik. Durmadan çahstim... Bu ise gönül vermistim, mantik ne derse desin.. hiçbir zaman filozofyahut siyasetçi olmadim ve bu isten iyi dostlar, yara izleri ve kalça çikigi, birkaç madalya ve memleketim için çok iyi dögüçtügümü bilmenin verdigi tatmin disinda hiçbir sey elde etmedim."

Türk-Arap iliskileri üzerine önemli çalismalar yapan Doç. Dr. Zekeriya Kursun'un arastirmalari sonucunda vardigi neticeye göre, Kuzey Afrika'daki bagimsizlik mücadelelerinde Teskilat-i Mahsusa'nin bir hayli etkili oldugu görülüyor. Mesela Sekip Arslan Kuzey Afrika'da milli mücadele fikrini yayarken Sadik El-Husri, Arap Birligi'nin fikir babaligini yapiyordu ve bu kimselerin teskilat ile iliskileri vardi.

Teskilat-i Mahsusa batmakta olan bir devletin askeri istihbarat örgütü niteligini tasiyordu. Bu niteliginden dolayi da parlak basarilar elde etmesi nerdeyse imkansizdi. Orhan Kologlu devletin içinde bulundugu sosyo ekonomik durumun örgütü iflasa sürükledigini söylerken, Dr. Haluk Dursun bu çöküsü teskilatin rakiplerinin gücüne ve dünyanin en iyileri olmasina bagliyor. Dursun "Teskilat-i Mahsusa amatör bir ruhla ve çok genis bir cografyada yüksek performansi ile faaliyet göstermistir. Devlet tecrübesi ve felsefesinden dogmus bir strateji yerine pratik eylem ve militanlik ruhundan kaynaklanan bir hareketti Teskilat-i Mahsusa. En büyük handikap ve dezavantajlari ise karsilarinda rakip olarak bu konuda dünyanin en iyisi îngiliz Entelijans servisi ve E.T. Lawrence'in bulunmasiydi" diyor. Ancak Zekeriya Kursun, teskilatin karsi casusluk faaliyetlerinde küçümsenmeyecek basarilar elde ettigini, Serif Hüseyin isyaninin diger Arap bölgelerine yayilmasinin, teskilatin çalismalari sayesinde önlendigini ve Arabistan'da îbn Resid, Yemen'de ise îmam Yahya'nin savasin sonuna kadar Osmanli Devleti'ne bagli kaldigini hatirlatiyor.

MlLLl MÜCADELE VE TESKlLAT-I MAHSUSA

Bütün olumsuzluklara ragmen Mütareke Devri Istanbul'unda ve Anadolu'sunda Teskilat-i Mahsusa'nin faaliyetleri durmak bilmedi. Zamana ve zemine çok çabuk adapte olup faaliyete geçebilen bu örgüt mensuplari Istanbul'da Milli Kongre olarak bilinen cemiyeti de olusturdular. Tarihçi Dr. Haluk Dursun "Mütareke Devri Istanbul'unda Milli Kongre çatisi altinda birlesen ve milli direnisi destekleyen eski Teskilat-i Mahsusaci; bilim, fikir adamlari, sanatçilar, doktorlar, gazeteciler yani imparatorluk entelektüelleri özellikle yabanci dilde gazete, kitap çikararak milli tezleri dünya kamuoyunda savunmuslardir. Ayrica o sartlarda Cenevre, Paris, Budapeste, Londra gibi merkezlerde kitap, gazete yayinlamak imparatorluk kadrosunun vizyon ve misyon bakimindan seviyesini gösterir" diyor.

1918'de resmen sona eren Teskilat-i Mahsusa faaliyetleri devam eder. Kara Kemal, Kara Vasif, Baha Said öncülügünde Karakol Cemiyeti kurulmus ve Milli Mücadele'nin temeli atilmisti. Bunlar hem Anadolu'ya silah ve asker geçirilmesini saglamislar hem de Mustafa Kemal'in faaliyet ve kongresinde bunlar olusturdu. Adeta Enver Pasa'nin kurup harekete geçirdigi Teskilat-i Mahsusa'dan asil Mustafa Kemal ürün aldi. Yrd. Doç. Dr. Süleyman Beyoglu, Milli Mücadele'yi Teskilat-i Mahsusa'nin teskilatlandirdigini bütün gizli örgütlerin bu teskilatta çalisarak tecrübe kazanmis kisilerce kuruldugunu belirterek "însan ve silah kaçirmaktan propaganda ve casusluk hizmetlerine kadar ciddi hizmetler yaptilar. Mustafa Kemal bu örgütlerin farkindaydi" diyor. Mustafa Kemal bir süre beraber çalismayi uygun gördügü bu etkin gizli teskilatlarla daha sonra hesaplasma yoluna gitti. Bu çatisma tarihçilere göre kaçinilmazdi.

Philip H. Stoddard'in Esref Kusçubasi'ndan aldigi teskilat listesinde de görüldügü gibi Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal'in de teskalatla iliskisi olmustu. Mustafa Kemal teskilatla iliskisi Trablusgarp Savasi'nda mahalli milisleri örgütlemekle baslamisti. Mustafa Kemal daha sonra Enver Pasa ile olan ihtilafi nedeniyle teskilata biraz mesafeli durmayi tercih ediyor. Orhan Kologlu'nun belirttigine göre de Enver Pasa Trablusgarp'ta Bedevi Araplar'la bir Islam imparatorlugu kurabilecegini raporlarina yazarken Mustafa Kemal dönemin genelkurmayina bedevilerle hiç bir is yapilamayacagina dair bir rapor gönderiyordu. O dönemde teskilat henüz kurulmamasina ragmen fiili olarak görev yapiyordu.

Gerek Istiklal Savasi'nda gerekse cumhuriyet sonrasinda önemli roller oynayan Rauf Orbay, îstiklal Mahkemeleri'ne baskanlik eden Ali Çetinkaya, Cumhuriyet döneminin önemli isimlerinden Ali Fethi Okyar, T.C'ye bakanlik ve basbakanlik yapan Dr. Refik Saydam, Atatürk'ün yaveri piyade subayi Rasuhi, THK Baskanligi yapan Fuat Bulca, îstiklal Marsi'nin yazari ve Kurtulus Savasi'nin manevi dinamiklerinden Mehmet Akif Ersoy da teskilatta çalismisti.

Doç. Dr. Zekenya KURSUN:

Teskilat-i Mahsusa K.Afrika'da istiklal fikrini yaydi

Ittihat Terakki 2. Mesrutiyeti ilan ettirdikten sonra imparatorlukta sahte kaynasma yasandi. Ama hemen ardindan 1909'da imparatorlukta yasayan muhtelif unsurlarda 'milli hedefler' ortaya çikti. Balkan Harbi sonrasinda artik Ittihatçilarin politikasi Osmanliciliktan Islamciliga kaydi. Tenkit ettikleri Abdülhamit politikalarini ülke ve dünya sartlari onlara adeta dikte ettirdi. Emperyalistlere karsi bülün Müslümanlari harekete geçirmek için sivil örgütler kuruluyor. Bunlardan birisi Cemiyeti Hayriye-i Islamiye kuruluyor amaci da egitimi yayginlastirarak Müslümanlar arasindaki dayanismayi artirmak olarak tesbit ediliyor. Bu gaye ile Medine'de bir Islam Üniversitesi kuruluyor. Bununla Abdülhamit'in Hicaz Demiryolu Projesi ile olusturmak istedigi Ittihat-i Islam fikrini, Islami dayanismayi tesis etmeye çalisiyorlardi. Fikri altyapi olusturulurken ittihatçilar istihbarat ihtiyaci için Emniyet-i Umumiye içinde Heyeti Istihbariye teskil ediliyor. Devlet bünyesindeki subelerle bilgi toplaniyor. Trablusgarp Savasi'ndan sonra Teskilat-i Mahsusa kuruluyor ve hem bilgiyi degerlendirme hem de gerektiginde askeri operasyon yapiyor.

Arsivde buldugum bir belge teskilatin çalismasi hakkinda fikir vermektedir; Osmanli askeri Katar'dan çekilirken Teskilat-i Mahsusa görevlisi Ömer Fevzi Bey, Enver Pasa'ya yazdigi mektupta "Anlasma üzerine askerlerimizi çekiyoruz; ama halkin durumu müsait. Libya'daki gibi milisleri organize ederek mi çikalim?" diye soruyordu.

Osmanli sonrasinda Kuzey Afrika'da verilen bagimsizlik mücadelesinde Teskilat-i Mahsusa'nin etkisi vardir. Mesela Sekip Arslan Kuzey Afrika'da milli mücadele fikrini yaymistir, Sati' El Husri Arap Birligi fikrinin babasidir ve teskilattandi. Gerek manda yönetimi altinda gerekse bagimsizligini kazandiktan sonra Arap devletlerinin yöneticileri Osmanli okullarindan mezun idiler ve Teskilat-i Mahsusa ile alakalari olabilir. Bunlari mahalli arsivlerin tetkiki ile anlayabilecegiz.

Dogu ve Kuzey Afrika Bedeviler arasinda yapilan sözlü tarih arastirmalarinda hala, îngiliz istihbarat örgütleri ve kesif kollarina karsi, istihbarata karsi koyma harekati gerçeklestiren basta Esref Kuççubasi ve Teskilat-i Mahsusa örgütünün kahramanliklarinin anlatildigi tesbit edilmistir."



--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com