8 Kasım 2009 Pazar

'Güneşin sahibi biz olmalıyız'



'Güneşin sahibi biz olmalıyız'



Osmanlı devlet arması’nın sırrı



Netpano.com  yazarı Oktan Keleş, bilinen tarihi değil bilinmeyen ve yıllarca bizlerden gizlenen  tarihi, belgeleri ile  açıklama devam ediyor.

SIRDAŞ : 2.BÖLÜM

Abdülhamid Han, Sırdaş’a devam etmesi anlamında başını hafifçe öne eğdi. Sırdaş, Kara Kaplı Defter’den bir sayfa daha çıkararak okumaya başladı:

“ Yapılan istihbarat çalışmaları neticesinde; Osmanlı Toprakları’nda -bilhassa İstanbul’da-gizli ayin ve toplantıların yapıldığı tespit edilmiştir. Bu toplantılara katılanların bir dinin ibadeti için bir araya gelmiş masum insanlar olmadığı çok açık. Bunların Siyonist  Yahudiler olduğu tespit edilmiştir. Bu toplantıların birine katılan Yahudi asıllı zatın, faaliyetlerini sürdürdüğü gizli yeri belirlenmiş ve bu yerde yapılan araştırmada; birtakım materyaller ele geçirilmiştir. Bunların incelenmesi emir buyrulmuş, yapılan tahkikatta; Devlet-i âli aleyhinde bir faaliyet olduğu; bunun da ele geçen nesnelerin, zat-ı âlinizin  emirleri doğrultusunda sırlarının çözülmesi ferman olunmuştur.

Neticede, ele geçen iki nesneden biri ‘Osmanlı Devlet Arması’ diye son günlerde ortalıkta gezinen resimlerin pirinçten  dökülme sureti, ikincisi ise; Mısır piramitlerinden en büyüğünün, üzerinde Güneş sembolü, (hiyeroglif) yazılar ve Firavun resmine yer veren  sarı pirinçten dökme arma.”

*

Sultan Abdulhamid Han ile Sırdaş arasında o gün, yani olayın vaki olduğu tarihte, konuşma şu minvalde sürdü:

Sultan Abdülhamid Han Sırdaş’a sordu: “ Bunlar bahsedilen nesneler mi?”

Sırdaş: “Ele geçirilen nesnelerdir Sultanım” diyerek cevapladı.

Sultan Sırdaş’a müteveccihen elini uzattı. Sırdaş nesneleri Sultan’ın avucuna bırakarak: “Buyurun Hakan’ım” dedi.

Sultan  sarı pirinçten dökme piramidi eline alarak evirip çevirdi. Sırdaş’a sordu: “Bu ne demektir?” Sırdaş cevap verdi: “Sultan’ım; nesne üzerindeki güneş; kurmak istedikleri  dünya hakimiyetini simgeler…” ve detaylarını anlatır…Sultan anlatılanları pür dikkat dinler  ve diğer nesneyi incelemeyi sürdürürken Sırdaş’a sorar: “Bu ne menem bir mana barındırır malum mudur?” Sırdaş başını hafifçe öne eğerek : “ Evet Hakan’ım bizce malumdur” diye cevap verdi. Hakan’ın “anlat” işaretine karşılık, Sırdaş; “Ferman Hakanımındır” diyerek anlatmayı sürdürdü: “Hakan’ım bu armanın münderecatını araştırdık, altından İngiliz parmağı çıktı. Gizli Yahudi Teşkilatı’na  İngiliz ajanları her türlü desteği vermekte olduğu malumu âlinizdir. Böyle bir arma içine bütün Yahudi emellerini sığdırmışlar. Semboller arasına Hilâl koyarak Sultan Mecid Efendi’ye göndermişler, ki maksatları malûm, kabul edilmesini temin eylemek.” Sırdaş ayrıntıları anlatmayı sürdürdü…


Sultan Abdülhamid Han yerinden kalkıp  çalışma masasına oturdu: Eline mürekkep hokkasındaki  divit kalemi alıp kağıt üzerine yeni bir arma çizer. En üste tıpkı piramidin  üzerindeki Güneş gibi ama daha büyüğünü çizerek Derviş Baba’ya ve orada bulunan (sayılı hazırûna)  gösterdi.

 Derviş Baba, cebinden çıkardığı küçük defterden birkaç şekil göstererek armaya eklemesini Sultan’a arz etti. Bunun üzerine Hakan diviti tekrar eline aldı ve arz  edilen şekilleri de buna ekledi. Eklenen sembollerden en dikkati çekeni terazidir. Sultan  birkaç kalem darbesinden sonra oluşturduğu son şekli Hazırûn’a göstererek: “münasip midir?” diye sorunca Hazırûn: “Ferman Sultanımındır” diye cevap verdi. Derviş Baba, Sultan’a dönerek: “Hakanım, onların sembollerindeki Güneş’i neden biz armaya ekledik?” diye sordu.

 Sultan masanın üzerindeki pirinç piramidi eline alarak şunları söyledi: “Madem her halükarda bir güneş doğacak; O GÜNEŞ BİZ OLMALIYIZ. Madem ki, Nizam-ı Âlem’e hakimiyet murad edenler var, bizler ne dururuz? Biz de murad ederiz. Yeni Nizam-ı Âlemden murat Türk Devlet’ini kurmak değil midir?” diyerek, Derviş Baba’nın sorusunu cevapladı: “Söyle Baba Erenler, bu şekl-i hususiye işaret eden bir delil var mıdır?” Derviş Baba sağ elini kalbine koydu ve Besmele ile Yasin Suresi’nin şu ayetlerini okudu: “Güneş de, kendisi için tespit edilmiş bir yöne akıp gitmektedir. İşte bu, güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir. Aya  gelince, biz onun içinde birtakım uğrak yerleri takdir ettik. Nihayet  o eski  bir hurma dalı gibi olmuştur. Ne güneşin Aya (yetişip) çatması kendisine (çarpması) yaraşır, ne de gece gündüzü geçer; her biri birer felekte (yörüngede) yüzerler…”( Yasin Suresi 38-40…) 

Ortaya çıkan tablo karşısında tüm Hazırûn’un gözleri yaşarmıştı. Böylelikle o gün neden İslam’ın Hilâli değil de Güneş konusuna ayetle açıklık getirilmişti.

 

 

Abdülhamid Han ve değerli Hazırûn aldıkları her kararda Yüce Kuran-ı Kerim’den işaretle besleniyorlardı. Yüce ayet; İslam Hilâlinin, Güneşe göre konumlanarak, yani tespit edilen Devletlerde dalgalandığını anlatmakta (Muradullah Dairesi içinde) bunun işaret manasını ise zaten Derviş vermişti.  Öyle değil miydi? İslam’ın Hilâli Türk Devletleri’nin himayesinde dalgalanmamış mıydı? Gören gözlere işiten kalplere ne mutlu. Tarih şunu net olarak göstermiştir ki; güçlü devletin yoksa dinin ne kadar yaşar? Güçlü devletin yoksa namusunu nasıl korursun?

O günlerde Abdülhamid  Han, kendisine karşı ayaklanan Kürt ve diğer cemiyetlerin toplantılarını yasaklamıştı. Ne gariptir ki, bugün Osmanlı olsun, tekrar Osmanlı gelsin diyenler o gün Osmanlı’ya karşı ayaklanmıştı…. Hem de Abdülhamid gibi  bir padişaha karşı. Bugün dışarıdan Osmanlı yeniden kurulsun fitnesini kendi menfaatleri adına sürdüren devletler o gün Osmanlı’yı yıkan asıl failler değil miydi? Bunların başında; Yahudiler, İngilizler, Fransızlar ve Vatikan gelmiyor muydu? Hakan o gün şöyle demişti: “Oyun aynı, oyuncular aynı, senaryolar aynı. Yarın da böyle olacak. Ta ki, Güneşin sahibi belli olana kadar.”

Abdülhamid Han’a gelen raporlar; normal bir insanın psikolojisini alt-üst edecek, sinirlerini yıpratacak türdendi. Hakan’ın en çok üzüldüğü konulardan birisi ise; o günkü bazı ulemanın ve İslami ilimler sahasında kalem erbabından gelen fitnelerdi. Bir gün bir istihbarat raporunu okurken; “ Bunlarda mı?” sözüyle beraber gözlerinde yaşlar belirmiş, o anda Derviş, Abdülhamid Han’a : “Size bu zümreden baş kaldıranlara da acıyorum. Cezalarını ilahi adalet verecektir. İstedikleri yönetime kavuştuklarında çoğu ya sürülecek, bazıları asılacak, bazıları da ömürlerini mahpuslarda geçireceklerdir. Yazık Hakan’ım devr-i kıymetinizi anlamıyorlar…” Demişti.

*

Evet Hakan’a hemen hemen her kesimden baş kaldıranlar olmuştu. Ortak akılda buluşulmamıştı. Türk’ü de, Laz’ı da, Kürt’ü de ve diğerleri de yani tümü Osmanlı’nın evlatlarıydı. Bir bayrak altında, emperyal devletlerin, Vatikan’ın ve Siyonistlerin fitnelerine göğüs gerememişlerdi. Oysa Abdülhamid  Han, İslam coğrafyasındaki tüm unsurların durumunu çok iyi biliyordu. Ve şöyle demişti: “Büyük savaşlar, yıkılış ve dağılışlar olacak. Ne olursa olsun İslam Coğrafyasında yeni devlet yerini almalı, onlarla sınır olmalı.”  Hazırûn, bu hedef üzerine gelecekteki müstakbel Türk Devleti’ni zihinlerinde oluşturmuştu bile. Bu cümle daha sonra 2.Dünya Savaşı sırasında İnönü tarafından şöyle kullanılacaktı: “Eski Dünya yıkılır; Türk Devlet’i Yeni dünyada yerini alır.” Fakat bu söz de yıllarca yanlış söyleniyordu. Orta Doğu yerine dünya kelimesi kullanılıyordu. Orta Doğu’da kurulur kelimesi Abdülhamid Han ve Hazırûn doktrinidir.

İslam coğrafyasından Türk Devleti’nin kopmamasını esas alan doktrin. (Orta Doğu,Yakın Doğu, Uzak Doğu)  o gün İngilizlerin kendilerini merkezde görüp İngiltere’ye göre yakın ve uzak mefhumlarına taktığı sinsi tanımlamalardır. Bu tanımlamalar maalesef halen İslam Coğrafyasında kabul görür.

Evet Sultan Abdülhamid Han’ın dediği gibi; “Güneş’in sahibi biz olmalıyız.” Büyük devletimizi simgeleyen Güneş’in manası, dünya hakimiyetini sağlamış Büyük Türkiye. Siyonların güneşini, yeni dünya düzencilerinin piramitlerini gölgeleyen bir Güneş. Kendi milli güneşini inşa etmeye çalışanlara ne mutlu. Başkasının gölgesinde, onların güneşine sığınanlar hiçbir zaman tam egemen olamayacakları ise çok açık. Tıpkı Siyon güneşinin bugün sözde Kürt bayrağında görüldüğü gibi. Bu hatalara tekrar tekrar düşülmemelidir.

*

Osmanlı Devlet Arması’nın sırrını  SIRDAŞ okumuş, Sultan Abdülhamid Han ‘Kara Kaplı’ya kayıt düşülmesine ferman vermişti. Derviş, “ Ferman Padişahımındır” demişti. Sultan bir kez daha latifeli  bir şekilde biraz da sitemle; “ Hani Padişah yoktu, niye ısrar edersiniz? Siz böyle dememiş miydiniz: ‘Sizi tahta padişah olarak oturtmuyoruz, Hakan olarak, yeni devlet için buradasınız’ diye.” Derviş hafif tebessümle; “ Sultanım, belki sizi maddi bir tahta padişah olarak reva görmedik Amma Siz gelecek nesillerin gönüllerindeki tahta padişah olarak oturdunuz. Sizi oradan kimse indiremez.”

*

Yani  asıl olan Hilaldir. Bu arma Ayeti Kerime’den ilham alınarak Sultan tarafından çizilmiş ve Hazırûn tarafından onaylanarak yapılmıştır. Armanın muhtelif açıklamaları vardır üzerindeki sembollerle ilgili. Fakat bu bilinmeyen kısmıdır.

Osmanlı Devlet armasındaki Güneş: Büyük Türk Devletini temsil eder. (Hedefini) Cumhurbaşkanlığı’ndaki Fors’un ortasındaki Güneş’te aynı hedefi gösterir: Büyük TÜRKİYE.16 Devlet yıldızla belirtilmiştir. Yani Osmanlı  Devlet Armasındaki Güneş, şimdi Cumhurbaşkanlığı Fors’undadır.

 

Ayrıca burada bir bilgi daha verelim: İstiklal Savaşı Madalyası’ndaki Güneş de bu Cihan Devlet’ini ve onun için kahramanca savaşanları temsil eder. Akif ne güzel söylemişti: 
“Bir Hilâl uğruna Ya Rabb, ne güneşler batıyor…”


 

*

Son zamanlarda bu armanın 1856’lı yıllarda İngiliz Kraliçe Victoria tarafından yapıldığı yazılıp çizilmektedir. Bu konuyla ilgili bilgiler verilirken Abdülmecid’e sunulduğu ve Abdülhamid tarafından bazı ekler yapıldığı anlatılmaktadır. Oysa durum çok açık. Osmanlı Devlet Arması’nı Abdülhamid Han bizzat elleriyle çizmiş ve kendisinin emriyle  bu işin erbabı Türk sanatkarlara yaptırmıştı.

Koca Sultan  o gün şöyle bir şey söylemişti: “Sonra demezler mi Osmanlı Devlet Arması’nı bile İngilizler  dökmüş, yapmış.” Bu arma açıkça İngilizlerin ve Siyonistlerin tuzağıydı ki, Abdülhamid Han bunu def etmişti. Zaten aslında İngilizlere ait olan birkaç armayı bile Osmanlı yapmıştı. Futbol Takım’ı (Portsmouth Spor Kulübü) arması gibi.

Devleti şahanede arma yapmak için bile İngilizlere veya diğerlerine bu konuda ne ihtiyaç olabilirdi ki? Şunun gibi kelime oyunlarına dikkat: “Türklerde arma diye bir şey yok!”  Tabii ki  burada semboller söz konusu. Bir çok tuğra ve damgalarda gizli semboller Türk Devletleri tarafından kullanılmıştır. Birileri arma kelimesiyle bir çok sembolü, madalyonu  ve madalyayı yok sayamaz! Damgalarda bu zaten mevcuttu. Türklerde her boyun bile damgası vardı.

Abdülhamid Han’ın elleriyle çizmiş olduğu Osmanlı Devlet Arması’nı, bugün Fatih Halıcılar Caddesi sonunda bulunan eski Bizans Manastırı’ndan dönme Molla Fenari İsa Caminin -o günkü Halveti Tekkesi olarak- kullanıldığı  sıralarda, Bayrami öğretisine bağlı ‘Tılsımlı Ahmed  Derviş’ isimli bir kişi tarafından bugün cami olan yerde kalıplanmıştır.(Halvetiliğin içinde Bayramilik de barınmıştır) O günlerde Molla Fenari Cami, yani tekkesi istihbaratçı dervişlerin uğrak yeriydi. Sultan Abdülhamid Han da Fatih’i her ziyaretinden sonra gizlice buraya geldiği olmuştur.

 










--
Arşiv:
http://sivilinisiyatif.blogspot.com
http://osmanlimodeli.blogspot.com