19 Aralık 2009 Cumartesi

Türkler Totemci Değildir.

Bazı Tarih bilmezler Türklerin Totemist  ve putperest olduklarını, kurt’a taptıklarını söylerler.

Bazı Tarih bilmezler Türklerin Totemist  ve putperest olduklarını, kurt’a taptıklarını söylerler.Buna da delil olarak Türklerin kurt’tan türediklerini iddia etmeleri gösterilir.Bu yanlış ve menfi bir düşüncedir.Türkler tarihin hiçbir döneminde kurt’a veya herhangi bir put’a tapmamışlardır.

Türklerin Kurt’a özel bir önem verdikleri ise bir gerçektir.Bu durum Kurt’un diğer hayvanlar içerisinde çok özel ve asil özellikler taşımasından ileri gelen bir sempatinin sonucudur.Kurt vahşi bir hayvandır.Son derece yırtıcı,zeki,hareketli ve acımasızdır.

Hepsinden önemlisi gerçek  kurt evcilleşmez.Özgürlüğüne çok düşkündür.Bu özellikler Türklerin özelliklerine benzemektedir.Bozkır Türk’ü her ne kadar hayvanlarına saldırmak suretiyle kendisine zarar versede kurt’un bu özelliklerine hayran kalmış ve onun özgür doğasıyla kendini birleştirmiş onu bayraklarında ,tuğlarında,koyduğu isimlerle ,destan ve efsanelerinde yüceltmiştir.Türk kurt ta kendi karakterini görmüştür.

Devletlerin ve milletlerin tarihte kendilerini çeşitli hayvanlarla sembolize ettikleri görülmemiş şey değildir.Bizans Kartal ,yine Selçuklular kartal,Çin ise ejderha ile kendini ifade etmiştir.(Tavus kuşu?)

Bu açıklamalarımızdan sonra şimdi Türklerin Totemci olmadığı yönündeki karşılaştırmaları inceleyebiliriz.

Bir defa totem inancı bir hayvanı ata tanımaktan çok daha karmaşık bir inanç sistemidir.Totemist toplumlar ‘’anaerkil’’ yapıdadırlar.Türklerde ise ‘’babaerkil’’(pederi-pederşahi) aile tipi görülür.Totemci toplumlar ortak mülkiyetçidirler.Türklerde ise özel mülkiyet anlayışı geçerlidir.Totemci toplumlar avcılık ve toplayıcılık safhasında iken Türkler tarım ve hayvancılıkla geçiniyorlardı.Totem toplumlarında her klan ayrı bir ta belirlerken Türk toplumları çok uzak ve farklı alanlarda yaşamalarına rağmen sadece kurt kutlu sayılırdı.Totemcilikte sadece hayvan totemi görülmez.Taş,ağaç,yağmur,yıldırım vb şeylerde totem olabilir.Türklerde bunlarda görülmez.Klanların fertleri totemlerinin adı ile anılırken ,Türklerde her boyun ayrı ve kendine özgü bir adı vardır.Totemcilikte her dokunduğunu kutsallaştıran bir mana telakkisi bulunurken Türklerde buda görülmez.Totemcilikte ruhun ölümsüzlüğü yoktur.Fakat Türklerde kainat ruhlar diyarı olarak kabul edilir.

Yine kartal simgeside Türkler tarafından yırtıcılığı ve avcılığı nedeniyle önemli bir yer teşkil eder.Ancak onunda durumu kurt gibidir.

Görüldüğü üzere Türklerde kurt düşüncesi totem inancına uygun düşmemektedir.

 

Derleyen:Tarkan SUÇIKAR

Kaynak :Türk Milli Kültürü-İbrahim Kafesoğlu



--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

Osmanlı'nın yıkılışı en çok Araplara zarar verdi

‘Osmanlı’nın yıkılışı en çok Araplara zarar verdi’

Londra’da yayımlanan El Arap gazetesi’nde Sair Duri imzasıyla çıkan bir makalede, Arapların Osmanlı’nın yıkılmasından en fazla zarar görenler olduğu ve Arap siyasilerin Batıyla işbirliği yaparak bu süreci kolaylaştırdığı yazıldı.

Dr. Sair Duri *

NTV-MSNBC

 

LONDRA - Erdoğan’ın Davos’ta yaptığını izler izlemez yanımdaki arkadaşa, ‘yeni liberal Arap aydınların düşman listesine biri daha eklendi’ demiştim. Zira Ahmedinejad, Hizbullah, Hamas, Irak direnişi ve Chavez’i kapsayan listeye Erdoğan da katıldı. Yeni liberaller bu düşüncemi boşa çıkarmadılar ve Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanı Peres’e yönelik öfkesinin fırsatçı etkenlerini aramaya başladılar. Bazıları Erdoğan’ın seçim hedeflerinden dem vurdu. Bir kısmı dar parti çıkarları ve çekişmelerine işaret etti. Üçüncü bir kesim kendi çıkarları doğrultusunda, Türkiye’nin bölgenin jandarması rolünü oynamasını amaçlayan Amerikan komplosundan bahsetti. Bu kimselerle ilgilenmiyorum. Zira onlar Allah’ın kalplerini mühürlediği kör ve sağır kimselerdir. Sadece şu veya bu gazetenin ödediği küçük maddi çıkarlarından başka bir şeyden anlamazlar. Beni üzen Amerikan projesinde yer almayan onurlu insanların, bu iddiaların bir kısmını tekrarlaması.

Yıllar önce bir grup yaramaz çocuğun etrafında toplandığı ve yaraladıkları bir kediyi fark etmiştim. Darbelerin nerden geldiğini bilmez bir vaziyette, direnme gücü göstermeyip kaderine teslim olmuştu. Çocukları uzaklaştırdım ve yaralarını tedavi etmek amacıyla sokaktan eve getirmek için yaklaştım. Yalnız az önce bütün darbelere teslim olan kedi, kendisine yardım için uzanan eli tırmalayarak korkusunu ifade ediyordu. Birkaç kez tekrarladım ancak aynı saldırganlıkla hareket ediyordu. Çocukların eliyle acıyı tatması sonrası kendisine yardım için uzanan bir dost elini ayırmasının zorluğunu düşündüm ve kendi haline bırakarak yoluma devam ettim.

Doğal olarak ne Araplar bu kedidir ve ne de Türkler destek olmak için uzanan el. Uluslararası ilişkilerin bu örnekle basitleştirilmesi mümkün değil. Fakat bir vizyona sahip olmayan, nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilmeyen insan, bu kedi gibi hareket eder. Çünkü dostu düşmandan ayıramayan insan, korkulu ve gergin haldedir. Kendisine uzanan her eli, düşman eli sanır.

İTTİHAT VE TERAKKİ BATI İCADI
Bu yüzden içimizden bazıları, Batı’nın Osmanlı devletini parçalamasının bir asır kadar ardından uzanan Türk elini, bu devletin mezalimliklerini hatırlatmak için feryatla karşıladı ve tarihi dönemleri birbirine karıştırdı. Zira Cemal Paşa, Osmanlı devleti tarihinin temsilcisi haline geldi. Oysa tarihi az biraz bilen sıradan biri, Cemal Paşanın mensubu olduğu ve 1909 yılında iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyetinin Osmanlı devletine karşı Batı’nın bir icadı olduğunun farkındadır.

Bazıları sorumluluğu Osmanlı devletine yüklemek için 1.Dünya savaşında yaşanan açlığı gündeme getirdi. Oysa bütün dünya çetin bir savaşa girmişti. Sonra bölge ve dünya tarihinde önemli rol oynamış bir ülkenin konumunu böylesine bir basitlikle tartışmak mümkün mü? Araplar ile Türkler arasındaki ilişki, sömüren ve sömürülen ilişkisine kadar indirilebilir mi? Oysa Erdoğan, Osmanlı torunu olduğunu ifade etme cesaretinde bulunan ilk Türk başbakanıdır. Kendisinden öncekiler Osmanlı devletinden uzak durdular. Doksanlı yıllarda bir Türk bakanın şu açıklamasını not etmiştim: ’ Bizler Osmanlı devletinin varisleri değiliz. Osmanlı devletinden ayrılıp bağımsız olan son devletiz.’ Tıpkı Yeltsin’in Sovyetler Birliğinden kendini uzak tutması ve Rusya’nın Sovyetler Birliğindeki ayrılıp bağımsız olan son devlet olduğunu açıklaması gibi…

ARAP VE TÜRKLER SİYAM İKİZİ GİBİ
Araplar ve Türkler siyam ikizleri gibidir. Ortak tarihleri bin yıla uzanır. Aralarındaki ilişki ise Ukrayna ile Rusya arasındaki ilişkiden daha derindir. Fakat Batı, 1. Dünya Savaşı sonunda her ikisini ayırmak için amansız bir operasyonda bulundu ve bu operasyon iki milleti, minimum düzeyde yaşam sürdürmek için Batı’nın gıda ve oksijen tüplerine ihtiyaç duyan kötürüm iki millete çevirdi.

OSMANLI OLARAK MODERNLEŞSEK, DAHA İYİ OLMAZ MIYDI?
1917 yılında, Araplar ile Türkler arasındaki kopukluğu haklı çıkaracak ikna edici tek iç sebep Batı’nın, büyük parçaları yutulması kolay küçük parçalara bölme eğilimidir. Yolsuzluk ve yöneticilerin zulmüne dair bütün söylenenleri kabul etsek dahi, iktidar sorununu bir iç sorun ve çözümünü de Osmanlı içinde görme imkanımız yok muydu? Bu devletin geri kalmışlığıyla ilgili konuşmalara gelince; parçalanmak modernleşmenin şartı mı? İlişki kurulması imkansız kırılgan küçük birimlere bölünmek yerine büyük nüfusla birlikte geniş Osmanlı atmosferi içinde modernleşme kavgasına girmek daha güzel olmaz mıydı? Osmanlı devletinde kötü yönetimden yolsuzluğa ve iktidarı kötüye kullanmaya kadar bahsi geçen bütün sorunların, bağımsız ve kendi kaynaklarına iyi şekilde egemen olan büyük bir devlet içinde düzeltilmesi mümkün.

FRANSA-ALMANYA İLİŞKİSİ ÖRNEK OLMALI
Her halükarda Batı’nın gözetiminde 1917 yılında olanlar oldu. Ancak Türkler, devletin merkezi ve kurumları ellerinde olduğu için kendi işlerini idare edebildiler. Tarihi şartlar sebebiyle Batı, modern Türk devletinin Sovyetler Birliği’nin önünde set olması için yeniden rehabilite edilimesini kabul etti, ancak buna karşın kendi Arap-İslam coğrafyasından tamamen izole etti. Hal böyleyken Arapların akıbeti Türklerin akıbetiyle ölçülemeyecek derecede daha kötüydü. Zira Batı, Araplara vaat ettiği ulus devletin üçte birini dahi vermedi. Onları parçaladı ve Siyonist oluşumu kalplerine ekti.

Araplar Osmanlı devletinin yıkılmasından en fazla zarar görenlerdir ve Arap siyasileri Batıyla işbirliği yaparak bu devletin yıkılması için en fazla çaba sarf edenlerdir. Üstat Muin Beşur 1. Dünya Savaşı sonrası Arapların durumunu, hareket halindeki Türk lokomotifinden kopan tren vagonlarına benzetiyor. Vagonlar raylara atılmış vaziyette kalırken, lokomotif yoluna devam etti.

Tarih geri gelmez ve geri getirmek girişimi boşunadır. Fakat buna karşın bozulmalar düzeltilebilir, dayatılan zorlamalara karşı çıkılabilir. Araplar ile Türkler arasında 1917’den bu yana yaşananlar, dayatılan zorlama bir süreç olup Arap ve Türk milletlerinin çıkarlarıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu süreç komşular arasında yoğun ilişkiyi öngören hayatın mantığına aykırıdır.

1997 yılında bir gazeteci, Necmettin Erbakan’a Suriye ile Irak’la hayal ettiği ilişkinin şeklini sormuş ve Erbakan, ‘Fransızlar ile Almanlar arasında şimdiki ilişki gibi bir ilişki’ şeklinde yanıt vermişti. Almanya ile Fransa yaş ve kuruyu yakan bitirici savaşlara girdiler, ancak bugün aralarında AB sancağı altında birlik düzenine varan bir eşgüdümlü ilişki söz konusu. Ortada bireylerin, kültürün, malların ve sermayenin dolaşımına açık sınırlar var. İşte istediğimiz bu. Peki, bu birliktelik onlara reva da neden bize haram? Siyaseti bir yana bırakın ve Erdoğan’ın davranışını istediğiniz gibi açıklayın. Ancak Erdoğan’ın izole edilmesi çağrısı yapanlara bir sorumuz var: Acaba Anadolu’daki ihtiyar bir kadının kalbinin Kudüs için atmasını engelleme imkânının var mı? Şayet bunu yapabilirseniz, bizler izolasyon yolunda arkanızdan gitmeye hazırız.”

 



--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

İslam dünyasının liderliği ve Büyük Osmanlı

İslam dünyasının liderliği ve Büyük Osmanlı
 




Batılı güçlerin ve yerli uzantılarının çabalarıyla yıkılan Büyük Osmanlı Devleti’nden sonra birçok küçük parçaya bölünen İslam dünyası, gerek Batılı kolonyal güçler gerekse bu kolonyal güçlerin yerli uzantıları nedeniyle bir türlü belini doğrultamadı. İçimize yerleştirilen ‘Araplar Türkleri arkadan vurdu-Türkler Arapları sömürdü’ virüsü Allah’ın izniyle bugün yok oluyor artık. Afganistan’da, Filistin’de, Irak’ta, Somali’de, Keşmir’de, Doğu Türkistan’da ve daha birçok yerde yaşanan acılar, Müslümanları "birbiriyle uğraşmaktan" vazgeçirip, birlik olma fikrini aşılıyor.

Geçmişte dinî ve etnik nedenlerden dolayı birbirlerini boğazladıkları hâlde bugün bir araya gelen Hıristiyan Batı dünyası, Müslüman halklar arasında hiçbir sorun yokken yerli uzantıları aracılığıyla "mezhep ve ırk" virüsünü de İslam dünyasına empoze etmişti. Ancak çok şükür ki, Batılı laboratuarlarda geliştirilen bu "fitne virüsü"nün tesiri ortadan kalkıyor. Dünyanın herhangi bir yerinde Müslümanların duyduğu sevinci ya da acıyı bir başka yerindeki Müslüman da paylaşıyor.

İsrail’in baskılarına rağmen topraklarını terk etmeyen 48 Toprakları İslami Hareket Lideri Raid Salah’ın Cennet Mekân Sultan Abdülhamit’in tahttan indirileceğini bildiği halde İslam’ın emrine uyarak Filistin’i koruduğuna dair sözleri büyük manalar içeriyordu. Salah’ın “Siyonist proje Türkiye’den bitirilecektir” sözleri, Müslümanların Türkiye’ye duydukları muhabbet ve verdikleri önemin en açık göstergesi oldu.

Dünyaya hak ve adaletin yeniden hâkim olması için İslam medeniyetinin yeniden şaha kalkması bir elzemdir.



--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

Osmanlı'yı cihan devleti yapan 150 sır

'Osmanlı'yı cihan devleti yapan 150 sır'
 
Eğitimci-yazar Ali Karaçam, siyasi, ekonomik, toplumsal, kültürel ve dini alanlarda yaptığı araştırmalar sonucu ortaya çıkardığı, Osmanlı Devleti'nin, üç kıtaya yayılarak güçlü bir devlet olmasındaki sırlarını, ''Osmanlı'yı Cihan Devleti Yapan 150 Sır'' kitabında topladı.
 
Tarih eğitimi de alan Karaçam, Osmanlı'nın 60 farklı etnik grubu hoşgörü çerçevesinde yüzyıllarca bünyesinde barındırdığını, bunun doğru bir şekilde anlaşılması gerektiğini anlattı. 

Karaçam, bu amaçla, tarih alanında önemli çalışmalar yapan Halil İnalcık, Yusuf Halaçoğlu, İlber Ortaylı ve birçok tarihçinin kitabını okuduğunu ve harmanladığı bilgiyle böyle bir kitap yazmaya karar verdiğini ifade ederek, kitaptaki daha çok Osmanlı'nın büyük bir devlet olmasındaki sosyal, siyasal, dini ve kültürel sırları, açıklamalar ve anekdotlarla vermeye çalıştığını bildirdi.

Ali Karaçam, ''Osmanlının üç kıtaya yayılarak güçlü bir devlet olmasındaki en önemli sır, himayesi altındaki etnik unsurlara hoşgörü çerçevesinde davranması ve onların dini özgürlüklerini kısıtlamamasıdır'' dedi.

-PADİŞAH İSTEDİĞİNİ YAPAMAZDI-

Osmanlı'nın, klasik döneminde çeşitli soylardan gelen ve farklı inanç sistemlerine mensup insanların, barış içinde bir arada yaşamasının başarıldığı ve bu toplum düzenine ve barışına, ''Nizam-ı Alem'' adının verildiği anımsatılan kitapta, bütün Osmanlı yöneticilerinin bu ideal uğrunda fetihler yaptığı, zaferler kazandığı, Müslim ve gayrimüslim ayrımı yapmadan insanların uzun süre huzur içinde yaşadığı anlatılıyor.

Osmanlı yöneticilerinde, ''Ölürsem şehit, kalırsam gaziyim'' düşüncesinin hakim olduğu, ''İlayı Kelimetullah'' yani ''Allah'ın adını yeryüzüne yayma davası'' uğruna üç kıtaya yayılma mücadelesi verildiği aktarılan kitapta, ''ufuk gibi, yaklaştıkça uzaklaşan mekanın söz konusu olmadığı'', bir ideal olan ''Kızıl Elma''nın Osmanlı'nın ''motor gücünü'' oluşturduğu kaydediliyor.

Vatandaşın, padişahın yersiz bulduğu iradesine karşı çıkabildiği, padişahın hukuku çiğneyemediği, hiç kimsenin görevine müdahale edemediği belirtilen kitapta, şöyle bir anektoda yer veriliyor:

''1812'de 2. Mahmud, bir ramazan gecesi sesini çok beğendiği bir imamın, Beylerbeyi Camisi'nde teravih namazını kıldırmasını ister. Bu durum sarayın yüksek dereceli memuru olan silahtar ağa tarafından caminin imamına iletilir. Cami imamı, 'Buranın imamlığı görevinde bulunduğum sürece, benden başka kimse namaz kıldıramaz' diyerek padişahın isteğini reddeder.''

(AA)


--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

15 Aralık 2009 Salı

12 Aralık 2009 Cumartesi

Kürt Milliyetçiliği, Ermeni Milliyetçiliği ve Osmanlı

Kürt Milliyetçiliği, Ermeni Milliyetçiliği ve Osmanlı

Abdülhamit döneminde, İstanbul'da bulunan Kürt şair Heci Qadir Koyi bir şiirinde şöyle der: 

Xaki Cızir u Botan, ye'ni willati kurdan

Sed heyf u sed mıxabın deyken be Ermenistan

Hiç xireték nemawe sed car qesem be Qur'an

Peyda bé Ermenistan naméné yek le kurdan (Koyi, 82) 

 

Cizre ve Botan yani Kürtlerin Yurdunu

Ermenistan yapacaklar, yüzlerce kez yazık

Kur'an'a yüz kez ahd olsun ki hiç gayret kalmamış

Hele kurulsun Ermenistan, Kürtlerden tek kişi kalmaz. 

Oysa gerçek hiçte Heci Kadir Koyi'nin yakındığı gibi değildir. 1880′de isyan ederek ile Kürdistan'ı birleştirme  ve bağımsızlaştorme teşebbüsünde bulunan Şeyh  Übeydullah'ın bir Türk memuruna serzenişi bu ruh halini açıkça yansıtır;

"Bu duyduklarımda ne, Ermeniler Van'da bağımsız bir devlet kuracaklarmış ve  Nesturiler de kendilerine İngiliz tebaası ilan edip İngiliz bayrağını yükselteceklermiş. Kadınları silahlandırmak zorunda kalsam da buna asla izin vermeyeceğim."

Şeyh Ubeydullah'ın gösterdiği hassasiyeti ve tepkisel tavrını anlamak zor değildir. "Berlin Antlaşması ile Ermenilere vaat edilen iyileştirme reformlar muhtemel bir Kürt devletinin imkansızlığını ima ederken aynı topraklar üzerinde kurulacak Ermeni devletine dair olumlu izlenimler taşımaktadır (Jwaideh, 157). Osmanlılar ve Kürtleri dışlayarak Ermenilere beklenmedik şekilde ayrıcalıklar verilmesi Kürtlerin Hıristiyanlara ve reformların ve reformların garantörü hükümete karşı birleşmesini mümkün kılmıştır (Jwaideh, 151). Şeyh Ubeydullah bu zorluklardan çıkış yolunu bölgedeki Türk ve İran etkinliğinin kırılması ve Kürt- Hıristiyan (Kürt, Ermeni, Nesturi) yakın işbirliğinin kurulmasında görmektedir. Ayrıca şeyh Kürtlerin aleyhine yapılan propagandadan da rahatsızdır. 

Tüm bu sebeplerin bir araya geldiği ve etkili olduğu konjonktürde  Şeyh Ubeydullah  Kürdistan'ı birleştirerek bağımsız bir Kürt devleti kurmak için 1880′ de harekete geçti. Çünkü ona göre "Kürdistan hiçbir yıkıcı bahane ile ertelenmemesi gereken birleşme zorunluluğu ile karşı karşıyadır" (Şeyhin Dr. Cochran'a mektubu için bkz. Celil, 129).  

Tamamı:

http://www.derindusunce.org/2009/02/18/kurt-milliyetciligi-ermeni-kurt-milliyetciligi-ve-osmanli

 

 



--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

"Osmanlı'da Askeri İsyanlar ve Darbeler" ve Günümüz

İstiklal Şairi'nden müthiş tespit

İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy "Kıssadan Hisse" isimli kısa şiirinde müthiş bir tespitte bulunuyor:

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
"Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

İbret alabilmek için öncelikle tarihi iyi bilmek, sebep ve sonuçlarını doğru analiz etmek ve güncel sorunların çözümü için onlardan dersler çıkarmak gerek.

"Osmanlı'da Askeri İsyanlar ve Darbeler" dizisi gerçekten çok ibretlik gerçekler içeriyor.

Bu incelemenin daha kapsamlı hali Ocak'ta kitap olarak da yayınlayacak.

Doç. Dr. Afyoncu ve doktora öğrencisi Uğur Demir, BUGÜN haber kanalında "Perde Arkası" programımın bu haftaki konuğuydu.

Yaptıkları araştırmanın sonuç ve detaylarını, yorumlarıyla birlikte paylaştılar.

Tüyler ürpertici ayrıntılar var.

36 Osmanlı Sultanı'ndan 12'si darbe ve askeri isyanlar sonucu değişmiş.

5 tanesi de darbeciler tarafından katledilmiş.

Yeniçeri ve Sipahiler, Fatih, Yavuz ve Kanuni döneminde bile isyana yeltenmiş.

Koca Fatih'i, kılıçlar arasında yürütmüş.

Ancak bu isyanlar başarıya ulaşmamış.

Çünkü güçlü sultanlar, isyanı ve darbeyi bastırmakta "tereddüt" etmemiş.

Zafiyet göstermemiş.

Bastırınca da suçluları en ağır şekilde cezalandırmış.

Zamanında alınan istihbarat, darbelerin önlenmesinde en önemli anahtar rolü oynamış.

"Fısıltı Gazetesi”nin merkezi kahvehaneleri bile düzenli takip ettirirmiş.

Bu arada darbeciler eskiden de uzun süre hazırlık yaparmış.

Patrona Halil bile 8 ay plan kurmuş.

Konaklarda "helva ziyafetleri" görüntüsü altında gizli toplantılar yapılmış.

Darbe sloganları bile önceden hazırlanıyormuş.

Hatta halkı sultana karşı kışkırtmak için kundaklama ve kaos eylemleri yaptıkları da oluyormuş.

Sultan ve saray, halk ve ulema desteğini kaybedince, darbeciler kazanmış.

Osmanlı, darbeleri önleyebilmek için askeri birimler arasında denge kurmuş.

Mesela, karacı Yeniçeriler süvari Sipahiler ile dengelenmiş.

Sekban ordusu da bu amaçla kurulmuş.

Düzeltme ihtimali görülmeyince de, yeni askeri yapılanmalar oluşturulmuş.

Doç. Dr. Afyonu’nun kapsamlı çalışmasında yaptığı tespitleri gördükçe, "50 yılda birçok darbe görmüş Türkiye, aslında geçmişinden ders almamış" dememek mümkün değil.

Yani Mehmet Akif sonuna kadar haklı;

"Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?.."

***

PKK'nın üstlenmesi neyi değiştirmez?

PKK terör örgütü garip bir şekilde 3 gün sonra hain saldırıyı kendisinin yaptığını fark etti!

Ya da üstlenmeye cesaret etti.

Görünen o ki PKK içerisinde etkin bir kanat, demokratik açılımı bitirmek, DTP'yi de kapattırmak ve hükümeti yıpratmak istiyor.

Böylece, kan deryasında varlığını sürdürmeyi planlıyor.

Tabii eylem kararı gerçekten örgüt ya da birimleri tarafından alındıysa...

PKK'nın dış güçlerin oyuncağı olduğu ve PKK lider kadrosunun Ergenekon'la ne tür temaslar kurduğu apaçık biliniyor.

Öcalan, Türkiye'ye getirildikten sonra verdiği ilk ifadesinde 9 farklı istihbarat örgütü ile ne tür temaslar kurduklarını anlatıyor.

Yine Öcalan, Cemil Bayık ve Murat Karayılan'la görüşme yaptıkları bilinen birçok Ergenekon sanığı, şu an tutuklu veya yargılanıyor.

O halde, "kukla" örgüt olarak PKK saldırıyı üstlense bile, emri verenin dış güçler olmadığı ya da Ergenekon olmadığını kim iddia edebilir?

Hal böyleyken zamanlaması son derece dikkat çekici bu saldırı ile ilgili sadece "tetiği çeken" PKK'ya odaklanmak, "tetiği çektiren karanlık odakları" yok saymak olur.

Resmin bütününü görmemek olur...



--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

9 Aralık 2009 Çarşamba

İTTİHATÇI BİR ARAP AYDINININ ANILARI

İTTİHATÇI  BİR ARAP AYDINININ ANILARI
                                                                       
Bilal SÜRGEÇ
Tarih bir ilim dalıdır.  İnsanlığın hafızasıdır. Nasıl hafızasız insanın hayata tutunması mümkün değilse tarihsiz milletlerin de  hayatiyetlerini sürdürmesi zordur. Tarihin hangi türü olursa olsun ister akademik dille yazılanı, ister öğretici dille yazılanı, isterse masalımsı dille yazılanı hangisi olursa olsun amaç tarihten  ders çıkarmaktır.

Masallardan ders çıkarmak gerekir. Özellikle Televizyonların olmadığı yıllarda uzun kış gecelerinde Anadolu'da anlatılan masallar bir zamanı harcamak için değil, genelde toplumu  eğitmek için anlatılırdı. Kelile Dimne'yi okuyan hikmetli ifadeleri anlayacaktır.


Hatıra tarihe önemli bir kaynaktır. Bir özel tarihtir.  Bu yazıda ele alacağımız  hatırat. Emir Şekip Arslan’ın’dır. O, Son Osmanlı Mebusan Meclisi üyesi İttihat ve Teraki Partisi yöneticilerindendir..Klasik yayınlarda çıkan  hatıra kitabı dışında başka  değişik kaynaklarda şu bilgiler verilmektedir: “ Osmanoğulları’ndan daha fazla Osmanlı olmak isteyen” emîrü’l-beyân (belâgatın prensi) Şekip Arslan, 1869’da Lübnan’ın Şuveyfe köyünde, bir Dürzî ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası düşük dereceli bir mahalli memur idi. Arslan Ailesi, Cebel-i Lübnan’da Dürzî aşiretlerinin en şereflilerinden kabul edilmekteydi. XX. yüzyılın başlarında, ailenin bireylerinden kimi memur, kimi hariciyeci, kimi mebus, kimi de edip olmuştur. Şekip’in ailesi Dürzî kimliğini bırakıp İslam’a dönerek Arap-Osmanlı cemiyetinde isim yaptı.Büyük kardeşi Nesib (öl. 1927) edebiyat çevresi içinde yer alıp, Dünya Savaşı’ndan önce İttihat ve Terakki’nin faaliyetlerine karşı Arap protesto hareketine katıldı. Küçük kardeşi Adil Bey ise, İstanbul’da edebiyat fakültesini bitirdikten sonra 1914-16 yılları arasında Şuf kaymakamlığı, 1916-18 arasında Osmanlı Meclisi’nde mebusluk yaptı. 1925-26’da Suriyelilerin Fransızlara karşı verdiği bağımsızlık mücadelesine katıldı. 1946-49 yıllarında Suriye’nin ilk bağımsız hükümetinde bakanlık yaptı. 1954’te öldü.”( www.biyografi.net)


Türk Arap ilişkileri veya Filistin dramı  söz konusu olduğunda hiç okumadan, araştırmadan bazıları bir ezberi geveler: “oh olsun Araplar da bizi arkadan vurmuştu”.  Bu yanlış bilgiden ve politikadan şu anda uzaklaşılıyor . Bu politika  ülkemizin yalnızlaşmasına neden olmaktadır. Durduk yere düşman kazanmasına  sebep olmaktadır. Türkiye’ye hiçbir faydası yoktur;  tıpkı “Türkün Türkten başka dostu yoktur “ ifadesinde olduğu gibi. Dostsuz milletler sorunlu milletlerdir.Sömürge politikası gütmeyen bir milletin neden bir zamanlar kader birliği yaptığı milletlerle sorunu olsun?  Bir aydır TRT 2’de Osmanlı topraklarındaki milletlerin Osmanlılarla ilgili  görüş ve düşüncelerini içeren çok faydalı bilgiler sunuluyor. Ancak Türk- Arap ilişkileri kötü gitmedi mi? Elbette gitti.Ama bu genel değildir. Mevziidir. İttihatçıların hatası vardır. Emperyalistlerin, Arap ülkelerini Osmanlıdan koparmak için uyguladıkları böl parçala yut politikasının bunda tesiri vardır. Emir Şekip Arslan’ın hatıraları yanlış bilgileri düzeltmekte önemli bir kaynaktır.


“Lübnan’ın kendine özgü yapısı nedeniyle Fransa, İngiltere, Rusya, Almanya, Avusturya ve İtalya’dan oluşan altı devletin Osmanlı devleti ile yaptıkları anlaşma uyarınca Lübnan üzerinde gözetim hakkı vardı. Bu devletlerin ve özelikle  Fransa ile İngiltere’nin  Beyrut konsoloslukları, Lübnan’ın  Osmanlı meşrutiyet yönetimine katılmasına  ve İstanbul’a kendisini temsil edecek vekiller göndermesine şiddetle karşı çıkıyorlardı.” (shf 12) 

Kanuni Esasi birleşmeye ve  “işte siz tek bir ümmetsiniz”(23/52) ayeti gereğince hiçbir grubun üstünlük taslamadan yürümesine vesile olacağı yerde, yeni düzen sayesinde Osmanlı devletini meydana getiren değişik unsurların her biri mümkün olsun olmasın her türlü yola başvurup kendini devletten ayırmaya kalkışmıştır.” 

İttihat ve Terakki’nin adamları iyi niyetli(?) olmalarına(?) rağmen çok tecrübesizlerdi. Liderlerinin çoğu olayları tecrübe etmemiş hadiselerin içinde yoğrulmamış gençlerdi.-Kendileri için dahi- hiç beklenmedik bir anda hükümetin, idaresini başarıyla ele geçirmeleri başlarını döndürmüş, zafer sarhoşluğuna kapılıp başkalarını hafife almışlar ve her şeyi yapabileceklerini düşünmeye başlamışlardı. Önlerindeki en büyük bela Avrupa devletlerinin oyunlarıydı. Her biri Osmanlı Devleti içerisinde gözünü diktiği yerdeki ahaliyi kışkırtıyordu. Bu artık kronik bir hastalık haline gelmişti: “Ne yabancılar bu emellerinden vazgeçiyorlar, ne de ülkelerinde bu devletlerin nüfuzunu görme sözü alan yerli halk vesveseler peşinde koşmayı bırakıyordu. Yabancıların etkisini kırabilmek için, devletin daha güçlü, gelişmiş ve mutlu, ayrıca ekonomik bakımdan bütün büyük devletlerden üstün olması gerekiyordu.”  

Osmanlı  Devleti’ni oluşturan unsurların her biri farklı amaçlar peşinde koşuyordu.Ülkede önemli bir yekün oluşturan Rumlar kadim uygarlıklarının peşindeydi, her hareketlerini, biricik hedefleri olan İstanbul işgalini başlatmak  ve Türkleri Avrupa’dan  kovmak için yapıyorlardı. Ermenilerin tek hedefi Anadolu’daki eski yönetimlerini geri kazanmaktı. Bulgar ise Makedonya’yı yeni Bulgaristan yönetimine katmak istiyorlardı. 

Müslümanlara gelince; Türk, Arap, Kürt, Arnavut ve Çerkezi bir Millet olarak bir araya getiren tek bağ din bağıydı. Bu bağ olmasa devlet asırlarca önce dağılırdı. Ancak bir tarafta içerideki kötü yönetim, diğer yandan dış devletlerin oyunları, Arap ve Arnavutları da din bağına rağmen  Osmanlı Devletinden ayrılmak gibi  bir düşüncveye kapılmaya sevk etti.( shf 35) 

İttihatçılar batılılaşma eğilimli olduklarını gösterip dini meselelerde lakayt davranıyorlar, zaman zaman dine aykırı görüşler beyan ediyorlardı. (shf 37) 

OsmanlıDevleti aleyhine girişilecek her türlü hareketin Osmanlı Devletini zayıflatıp temellerini Sarsacağını, bunun da hem Araplara hem de Türklere zarar vereceğini düşünüyordum.(shf 45) 

Gittiğim her şehirde Türklerle Arapların birbirlerinden ayrılmalarının uygun olmadığını   ve devlete sımsıkı yapışmaları gerektiğini söylüyordum. Kendi menfaatleri için istismar etmek ve bu bölgeleri işğal edip sömürgeleştirmek maksadıyla Araplarla Türkler arasına  ayrılık tohumları ekmek isteyen  yabancılara karşı halkı halkı uyarıyordum. Yabancı devletlerin Suriye, Filistin ve diğer Arap bölgelerini paylaşmak için anlaştıklarını anlatıyordum.(Shf 63) 

Arap bölgelerinin Fransa ve İngiltere arasında paylaşılacağından kuşku duymuyordum ama o gün kimseye bunu inandırmak mümkün değildi. (shf 64) 

Devletin itibarının zedelenmesi sadece Türklere değil bütün Müslümanlara zarar veriyordu. Çünkü "nasyonalist" olduğumuzu göstermek için ne kadar  uğraşsak  da Avrupalıların gözünde tek bir millettik. Bu millete mensup kavimlerden birinin gözden düşmesi  Avrupalılar tarafından bütün Milletin hakir görülmesi için yeterliydi. (shf 65)  

Türkiye Çanakkale savaşında büyük orduları yendikten sonra, memlekette idareyi ele alanlar  her istediklerini yapabileceklerini zannettiler. Öyle anlaşılıyordu ki Cemal Paşa ekibi Suriye’deki Arap ruhunun hakkından gelme sözü vermişlerdi. Bu yüzden benzeri görülmedik bir siyaset uygulamaya başladılar. 

Cemal Paşa bazı kişileri Kudüs’e bazı kişileri de Anadolu’ya sürmüştü. Ama çok geçmeden kendilerini af etmiş  ve ülklelerine dönmelerine izin vermişti. Aradan bir yıl geçtikten sonra Cemal Paşa yeniden aynı uygulamayı başlattı. (shf 98) 

Sürgün olayına benzer bir durum Cemal Paşa’nın bazı kişileri idam etmesi olayıdır. Kanatimce Çanakkale zaferi olmasaydı  Cemal Paşa böyle bir şey yapamazdı.(shf 99) 

Cemal Paşa’nın Suriye’de takip ettiği siyaset, Osmanlı Devleti  ve İslam aleminin başına gelmiş en büyük felaketlerden biridir. Olayların birinci derecede sorumlusu Cemal Paşa’dır, ancak Talat ve Enver de ona istediklerini yapma fırsatını verdikleri için sorumludurlar.(shf101) 

Çanakkale zaferi, İttihatçı yöneticiler arasında  bir sarhoşluğa yol açmıştı. Bu sarhoşluk yüzünden hiç alışılmadık bazı kararlar aldılar. Kadınların peçe mecburiyetinin kaldırılması bunlardan biriydi. Suriye’nin Türkleştirilmesi ve Arap milliyetçiliğinin kökünün kazınması da bunlardan biriydi. Bunun için buldukları ilk yöntem, tanınmış bir çok ailenin kadınlı erkekli sürgüne gönderilmesi oldu. Böylece köklü aileleri güçten düşüreceklerini  ve Suriye’yi Türkleştirme hedefini  gerçekleştireceklerini  zannediyorlardı.(shf 119) 

Batı her zaman bölüyor iş odur ki Müslüman aklını kullana.



http://www.kriter.org/index.php?option=com_content&task=view&id=615&Itemid=52

--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

Türkler geliyor artık!

Yusuf Kaplan / YENİŞAFAK
07.12.2009

Türkiye, dünyanın en dinamik ve bir günü bir başka gününe uymayan en şizofrenik ülkelerinden biri olduğu için 11 gün gibi kısa bir süreliğine de olsa Türkiye`den uzak kalmak, Türkiye`de yaşananları takip etmeyi zorlaştırmaya yetebiliyor.

Bu şizofreninin en çarpıcı göstergesi şu oldu benim için: Türkiye`ye döndüğümde, “açılım süreci”nin bir anda tersine doğru işlemeye başladığını; Türkiye`deki yargılama baronlarıyla medyadaki borazanlarının Türkiye`nin yükselen uluslararası güç trendine darbe vuracak tehlikeli bir süreci tetiklediklerini gözlemledim.

Türkiye, yakın tarihimizin en büyük değişim süreçlerinden birinden geçiyor: Türkiye, kendini hatırlıyor; ne olduğunu ve ne olması gerektiğini; nerede durduğunu ve nerede durması gerektiğini sorguluyor, tartışıyor. Önündeki engelleri birer birer aşma iradesi gösteriyor… Ve kendine özgü tarihî “kurucu rol”ünü oynamaya başlayacağının sinyallerini veriyor…

Fakat Türkiye`nin kıstırıldığı cendereden kurtulabilmesinin zorlu olacağı son iki üç haftada yaşanan ve Türkiye`nin kendini, tarihî kurucu rolünü hatırlama girişimlerini tersyüz etmeyi amaçlayan gelişmelerle doğrulanmış oldu.

Türkiye, Selçuklu`dan, özellikle de Osmanlı`dan itibaren İslâm medeniyetinin hem kurucu, hem de koruyucu rolünü üstlenmiş ve bu rolü başarıyla yerine getirmiş tek tarihî aktördür: Türkiye`nin yaklaşık bin yıl boyunca üstlendiği medeniyet “kurucu”luk ve “koruyucu”luk rolü, yalnızca Müslümanlar için geçerli değildi; bütün gayr-i müslim unsurları da içine alıyordu.

O yüzden Türkiye, bu derin tarihî tecrübesi ve tarihsel ben`iyle aslında geleceğin barışa, adalete ve hakkaniyete dayalı dünyasının da en güçlü aktörü olmayı hak eden ülkelerin başında geliyor: Türkiye, son birkaç yıl içinde gerçekleştirdiği küresel atılım ve açılımlarla insanlığın vicdanı olduğunu kanıtladı.

Türkiye`nin bu kuruculuk ve koruyuculuk rolünü yeniden hatırlaması, hem Avrupa`yı, ABD`yi ve İsrail`i, hem de Türkiye`nin içindeki sağ ve sol laikçi, statükocu, teslimiyetçi, yabancılaşmış, tatlısu frengisi Beyaz Türkleri, güç odaklarını fena hâlde rahatsız ederken, sınırların açılmasına, barışın tesisine katkıda bulunduğu için dün Türkiye`nin sınırları içinde yer alan Mısır, Suudi Arabistan, Suriye, Irak ve diğer Arap ülkelerinde hiç de küçümsenmeyecek bir ümit ışığının belirmesine, geleceğimizi müştereken kendi derin/likli müştereklerimiz çerçevesinde yeniden kendimizin kurabileceğine ilişkin bir kıvılcımın çakılmasına imkân tanıdı.

Bu kıvılcımın ipuçlarını en iyi Hac`da görmek mümkündü ve öyle de oldu: Karşılaştığım, tanıştığım, sohbet ettiğim en Mübarekçisinden en Baasçısına, en Kaddaficisinden en İhvancısına kadar istisnasız bütün müslümanlar, Türkiye`nin son yıllarda gerçekleştirdiği atılım ve açılımdan bir hayli etkilenmişlerdi ve hepsi de ortaklaşa olarak “bizi yeni bir Osmanlı yeniden bir araya toplayabilir ve ayağa kaldırabilir” diyorlardı.

Tabanda gözlenen bu kurucu ve koruyucu Türkiye / Osmanlı ruhu özlemi, tavanda, elitler düzleminde de aynen kendini gösteriyor… Arabistan Kralı Abdullah`ın davetlisi olarak gittiğimiz için çeşitli ülkelerden gelen asker, yüksek bürokrat, elit kişilerle yaptığımız görüşmeler bu açıdan hepimizi heyecanlandırdı ve ümitlendirdi.

Başbakan Erdoğan`ın Davos`taki “one minute!” çıkışı; Dışişleri Bakanı Davutoğlu`nun Balkanlardan Kafkaslara, Ortadoğu`dan Afrika`nın ücra köşelerine kadar gerçekleştirdiği, kurucu ve koruyucu rolümüzü hatırlatan incelikli mekik diplomasileri, İslâm dünyasında derin dalgalanmaların ve “Türkler geliyor artık!” beklentisinin oluşmasına yol açmış…

Türkiye`nin gerçekleştirdiği atılım ve açılımlara bölge ülkeleri de karşı açılım ve atılımlarla cevap veriyorlar: Sözgelişi, Arabistan Kralı Abdullah, Arabistan`ın Yeni Faysal`ı olduğunu gösteren işlere imza atıyor: Bir yandan ülke içindeki sosyal adaleti, kardeşlik ve barış ortamını yaygınlaştırmaya çalışırken, öte yandan da Türkiye ve bölge ülkeleriyle derin, uzun vadeli ve kalıcı ilişkiler kuruyor ve Batılılara mesafeli duruyor.

Bunun en somut örneği, 2006 Haziran`ın da Batılıların ve onların içerideki uzantıları olan tatlısu frengisi “Beyaz Türkler”in, Türkiye`nin ekonomisini çökertmeye dönük operasyonlarını önlemek amacıyla Kral Abdullah`ın art arda iki kez Türkiye`ye ziyaret yapması ve 20 milyar dolar nakit para getirerek bu operasyonu püskürtmemize yardımcı olmasıdır.

Bu, sadece bir örnek… Eğer Türkiye neresi olduğunu, Arabistan ve diğer komşu ülkeler de nereye ait olduklarını hatırlar ve ona göre hareket ederlerse, gelecek bizimdir, bizim olacaktır vesselam…



--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

6 Aralık 2009 Pazar

DEVLET YIKILDIKTAN SONRA!..

DEVLET YIKILDIKTAN SONRA!..

Birinci Dünyâ harbinin başladığı günlerdi!.. Dâhiliye nâzırı Talat Paşa ile harbiye nazırı Enver Paşa ne düşündülerse, sabık pâdişâh ikinci Abdülhamîd Han'ın mesele hakkındaki malûmatına, bilgi ve tecrübesine başvurmayı uygun buldular. Bu maksatla İshak Paşa’yı Beylerbeyi Sarayı’na gönderdiler. Otuz üç sene gibi uzun bir müddet Avrupa siyasetine hâkim olmuş sultan ikinci Abdülhamîd Han, cevabında; "Bu vaziyette artik benim verebileceğim bir fikir, tavsiye edebileceğim bir tedbir kalmamıştır. Zira bu zavallı devlet, harbi umumîye sürüklendiği gün münkariz olmuştur. Sizi bana gönderenler harbe girmeden önce göndermeli idiler. Dünyanın karalarına ve denizlerine hâkim olan devletlerine karşı Almanya ve Avusturya ile birleşip ateşe atılmak, tarihîn ender kaydettiği hatalardandır" demiştir. Her hâlde bu konuşmasından tatmin olmayan Enver Paşa’yı da Beylerbeyi Sarayı’na davet ederek nasihatlerde bulunmuş ve şöyle demiştir: "33 senelik saltanatımda, ferdin hürriyetine taraftardım. Lâkin gelişi güzel bir hürriyet ve serbestîyi hiç bir zaman istemedim. Meşrutiyeti ben îlân ettim. Ama mebuslarımızın kifayetsizliğini görerek kapattım. Meclisi meb'ûsânın 93 harbinde verdiği kararın bize neye mâl olduğunu bilirsiniz. Balkanları kaybettik, İstanbul’a gelen Ruslar ile şerefsiz bir antlaşma imzalamaya mecbur olduk. Antlaşma imza ederken Safvet Paşa’nın ağladığını işitince ben de ağladım. Ama göz yaşı dertlere deva olmuyor. Şimdi siz de acele ile bir harbe girmiş bulunuyorsunuz. İnşâallah hayırlı ve şerefli olur. Fakat Allah göstermesin ya felâketle biterse... İster misin bu da Anadolu'nun kaybına mâl olsun. Her devirde devletin düşmanı olmuştur. Siz de bu düşmanlarla işin iç yüzünü bilmeden birleştiniz. Hareket ordusu ile İstanbul’a geldiniz. İktidarı ele aldınız. İstediğiniz makama geçtiniz. Yapmak istediklerinizi niye yapmıyorsunuz. Bunlara güvenme oğlum, insani bugün alkışlayanlar, yarın onun aleyhine dönüp parçalamasını da bilirler. Dikkatli ol!" Ne var ki büyük hayaller peşinde koşan Enver Pasa ve Ittihâd ve Terakki ileri gelenleri bu mühim nasihatlere de kulak asmayarak bildikleri yolda yürüdüler. Böylece devletin yıkılmasına sebep oldukları gibi, millete kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmadılar. Ayrıca târihe kötülükleriyle yâd edilen kimseler olarak geçtiler.

 



--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

Fatih'in darbecilere verdiği ceza

Askerin ilk isyanı Fatih'e karşı oldu

(Bu yazı dizisi Uğur Demir ve Ahmet Önal ile birlikte hazırladığımız ve 2010 başlarında Yeditepe yayınları arasında piyasaya çıkacak "Osmanlı İmparatorluğu’nda Askeri İsyanlar ve Darbeler" isimli kitabımıza dayanmaktadır.)

Osmanlı padişahlarının 3’te biri askerin müdahalesiyle tahtından oldu. İlk isyan Fatih Sultan Mehmed’e karşı Edirne’de yapıldı. İstanbul’un fatihi, ikinci kez tahta oturduktan sonra kendisine kazan kaldıran Yeniçerilerin ağasını falakaya yatırıp alaşağı etti.

Cumhuriyet döneminde demokrasinin işleyişi sık sık darbelerle kesildi. Aslında bu bizim eski ve olumsuz bir geleneğimiz. Osmanlı döneminde asker değişik sebeplerle birçok defa isyan ederek yönetime müdahale etti. Osmanlı padişahlarının yaklaşık üçte biri askerin müdahalesiyle değiştirildi. İlk isyan Osmanlı tarihinin en büyük ismi Fatih Sultan Mehmed’e karşı Edirne’de meydana gelmişti.

İSYANLAR VE İSTANBUL

İstanbul, Osmanlı başkenti olmasından sonra büyüklü küçüklü birçok isyana tanık oldu. Bu isyanlar o kadar ileri boyutlara ulaşıyordu ki, bazen padişahın mutlak vekili olan sadrazamların kelleleri alınırken, bazen de bizzat padişahlar tahtan zorla indiriliyor ve daha sonra da öldürülüyorlardı. İsyan patlak verdikten sonra önünü almak oldukça güçtü ve isyancılar, birkaç istisna hariç genelde istedikleri kişilerin kellelerinin meydanlarda sallandırılmasını sağlıyorlardı.

Bazen saatlerce, bazen de günler hatta aylarca devam eden isyanlar İstanbul halkına korkulu günler yaşatıyor, günlük hayat tamamen felç oluyordu. Özellikle Atmeydanı, Osmanlı devri isyanları ile âdeta özdeşleşen bir mekân olmuştu.

Hem Bizans, hem de Osmanlılar döneminde eğlencelerin yapıldığı ve törenlerin düzenlendiği önemli bir yer olan meydan, kozların paylaşıldığı, hanedanın meşruiyetinin tartışıldığı, idarecilerin icraatlarının yüksek sesle eleştirildiği ve şehrin kapılarının kapatılmasından sonra askerî grupların farklı unsurlarının birbirlerine kılıçlarını çekip, silahlarını boşalttığı; karşılık fetvalarının birbirinin hükmünü hükümsüz kıldığı; tüm bunlar bazen bir padişahın tahttan indirilmesine ve hatta öldürülmelerine kadar ileri gider; bazı devlet adamlarının canlarına mâl olurken, bazıları için ise ikbal kapılarının ardına kadar açıldığı; özetle her şeyin "devletin bekası ve adaletin temini için yapıldığı", kozların paylaşıldığı bir mekândı.

BUÇUK TEPE VAK'ASI

Tarih boyunca isyanların hemen hemen tamamı İstanbul’da meydana gelirken ilk isyanın mekânı Edirne olmuştu. İkinci Murad, 1444’te Varna Savaşı’nı kazandıktan sonra Manisa’ya çekilmişti. Ancak Veziriazam Çandarlı Halil Paşa, İkinci Murad’ın tekrar tahta çıkmasını arzulamaktaydı. İkinci Mehmed’i destekleyen Şehabeddin, Saruca ve Zağanos paşalarla anlaşamıyordu. Çandarlı’nın barışçı siyasetine karşılık, diğer vezirler İkinci Mehmed’i fetihlere, özellikle de İstanbul’un fethine teşvik ediyorlardı.

İkinci Mehmed’in ilk hükümdarlığı sırasında, yeniçeriler paranın değerinin düşürülmesini bahane ederek ayaklanıp, Şehabeddin Paşa’nın evini yağmaladıktan sonra Edirne’nin doğusunda bir tepeye çekildiler. İsyan, yeniçerilerin maaşlarına yarım (buçuk) akçe zam yapılarak yatıştırılabildi. Ayaklanmanın asıl sebebi ise Çandarlı Halil Paşa’nın, İkinci Murad’ı tekrar tahta geçirmek istemesiydi. Nitekim isyan karşısında genç hükümdarın zor duruma düşmesi üzerine, İkinci Murad Manisa’dan gelerek, yeniden Osmanlı tahtına çıktı ve oğlunu da Manisa’ya vali olarak gönderdi. Yeniçerilerin ilk isyanları olan 1446’daki "Buçuk Tepe Vak’ası" yeniçerilerin daha sonraki tarihlerde sıkça rol oynadıkları hükümdar değişiklikleri yüzünden iktidara müdahale ile ortak olma sürecinin ilk adımıydı.

YENiÇERi KILIÇLARININ ALTINDAN GEÇEN SULTAN

Fatih Sultan Mehmed tahta çıktıktan sonra Karaman seferine çıktı. Osmanlı ordusunu karşısında gören Karamanoğlu aman dileyince Fatih, Osmanlı topraklarına geri döndü. Genç sultan Bursa’da iken yeniçeriler sefer bahşişi isteriz diye kazan kaldırdılar. Yolun iki tarafında silahlı saf tutan yeniçeriler, Fatih’e "Padişahımızın ilk seferidir, kullara ihsan gerek" dediler. Askerin bu davranışından oldukça rahatsız olup, incinen Fatih 10 kese akçeyi askere dağıtıp ortalığı sakinleştirdi. Ardından Yeniçeri Ağası Kurtçu Doğan’ı falakaya yatırtıp, görevinden azletti. Yerine Mustafa Bey’i yeniçeri ağası yaptı. Yeniçeri subayları da Fatih’in öfkesinden nasiplerini aldılar. Yayabaşlarını çağırıp, "Bu edepsizlik sizin aklınızın kusurudur" diyerek onlara yüzer sopa vurdurup, görevlerinden azletti. Yeniçerileri kontrol altında tutmak için kendisine bağlı birkaç bin doğancı ve sekbanı aralarına kattı. Fatih’in askerin isyanına verdiği bu tepki ve yeni düzenlemeler yüzünden yeniçeriler onun saltanatı boyunca birçok zorlukla karşılaşmalarına rağmen bir daha seslerini çıkaramadılar.

OSMANLI ORDUSU

Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde asker ihtiyacı daha çok uç beylerinden ve halktan gelen gönüllülerden sağlanmaktaydı. Orhan Bey döneminde fetihler artığından düzenli bir orduya ihtiyaç duyuldu ve Türk gençlerinden bir araya getirilen yaya ve müsellem askeri grubu oluşturuldu. Edirne fethedilip, Rumeli yönünde devlet hızla yayılmaya başlayınca yaya ve müsellemler asker ihtiyacını karşılayamaz oldu. Devlet de giderek merkezi bir yapı kazandığından merkezde daimi olarak bulunarak hükümdarı koruması gereken bir askeri gruba ihtiyaç duyulmaya başlandı.

KAPIKULLARI

Rumeli yönünde fetihlerin artmasıyla elde edilen esirlerin sayısı da hızla artmıştı. Üçüncü Osmanlı padişahı Birinci Murad’ın veziri Çandarlı Kara Halil ile devlet adamlarından Kara Rüstem devletin ihtiyaç duyduğu merkezi orduyu bu esirlerden meydana getirmeyi düşündüler. Kanun gereği esirlerin beşte biri devletin hakkı olduğundan uç beylerine aldıkları esirlerin beşte birinin padişaha gönderilmesi emredildi. Esirler merkeze gönderilmeden önce hizmet edebilecek duruma gelmeleri için Anadolu’daki Türk ailelerine verilerek burada İslamiyet’in esasları ve Türkçe öğretildi.

Burada üç dört yıl gibi bir sürede istenilen kıvama gelen esirler Kapıkulu Ocakları’nın temellerini oluşturdular. 1402’deki Ankara Savaşı mağlubiyetinden sonra fazla seferin olmaması yüzünden ele geçen esirler azaldığı için Türk tarihinde yeni bir uygulama olan "devşirme sistemi" hayata geçirildi. Bu sistemde Osmanlı devleti sınırları içindeki Hristiyan çocuklarının devşirilmesi yoluna gidildi. Bu usül Çelebi Mehmed döneminde (1413-1421) uygulanmaya başlandıysa da kanunlaşıp bir sisteme kavuşması Fatih Sultan Mehmed’in babası İkinci Murad’ın hükümdarlığı döneminde (1421-1451) oldu. Kapıkullarının en çok bilineni piyade olarak savaşan yeniçerilerdir.

Önce Edirne’de daha sonra da İstanbul’da bulunan yeniçeriler Osmanlı tarihin en önde gelen askeri grubu oldular. Kanunî döneminde meydana gelen Şehzâde Bâyezid isyanından sonra İstanbul’un dışındaki şehirlere de asayişi sağlamak için Yeniçeriler yerleştirildi. İlk başta ok ve kılıçla savaşan yeniçeriler, Fatih döneminden itibaren tüfek kullanmaya başladılar ve ateşli silahlar sayesinde Osmanlı ordusunun en vurucu gücü oldular. Yeniçerilerin yanı sıra Kapıkullarının ismi fazla bilinmeyen ama oldukça etkili olan kısmı ise Kapıkulu süvarileridir. Kapıkulu süvarileri derece ve maaş itibarıyla yeniçerilerden daha üst bir konumdaydılar.

Padişahın en yakınında bulunup, onun savaş ve barışta güvenliğini sağlamakla görevli olan süvarilerin nüfuzları da bu nispetle fazlaydı. Süvariler atlı birlikler olduğundan İstanbul içinde atlarına bakmaları çok zordu. Bu yüzden İstanbul’un dışında veya Edirne, Bursa gibi meraların bol olduğu yerlerde yerleşmişlerdi. Ancak Kapıkulu süvarilerilerinin ileri gelenleri, padişahın sürekli yanında olması gerekenler ve bekâr olan süvariler İstanbul’da yaşarlardı.

TiMARLI SiPAHiLER

Osmanlı ordusunun en önemli kısmı ise timarlı sipahilerden oluşuyordu. Timar sistemi sayesinde, devlet kalabalık bir askerî gücü merkezî hazineye yük olmaksızın finanse edebiliyordu. Timar bir kısım asker ve memurlara, icra ettikleri belirli bir vazife ve hizmet karşılığında imparatorluğa ait devlet topraklarından kendi nam ve hesaplarına vergi toplama yetkisinin verilmesiydi. Sayısı 80 bini bulan timarlı sipahiler 16. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı ordusunun en etkili askerî gücüydü. 16. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’daki askeri sistemler değişti. Bu dönemde atlı askerler yerine tüfekli pi-yade ön plana çıktı.

Osmanlılar, 1593-1606 yılları arasında Avusturya ile yaptıkları savaşlarda timarlı sipahilerin silah ve çarpışma şekilleri açısından artık uygun olmadığını fark ettiler. Devrin şartlarına cevap vermeyen timarlı sipahilerin yerlerini tüfekli askerler aldı. Yeniçeri sayısı arttı. Kanunî döneminde 24 bin olan Kapıkulu askeri sayısı 17. yüzyılın başlarında 40 bine ulaştı. Aynı dönemde timarlı sipahi sayısı ise 80 binden 20 bine düştü. Kapıkulu sayısını artırmanın yanı sıra sarucasekban adı altında Anadolu’dan ücretli tüfekli asker toplandı. Eyalet valileri savaşlara paralı askerlerle gelmeye başladılar.


--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

2 Aralık 2009 Çarşamba

Deportivo'nun sahasında hep bir Türk bayrağı bulunuyor. Hiç düşündünüz mü? İşte hikayesi

Deportivo'nun sahasında hep bir Türk bayrağı bulunuyor. Hiç düşündünüz mü? İşte hikayesi:

İspanya ligindeki maçları izlerken dikkat ettiniz mi, Deportivo'nun sahasında hep bir Türk bayrağı bulunuyor. Ya tribünlerde ya da stadın başka bir yerinde.

Neden dersiniz? Hiç düşündünüz mü? İşte hikâyesi: Deportivo La Coruna´nın kale arkasındaki Türk bayrağının anlamı, Galesia bölgesinin takımıdır, eskiden Türklerin orada yasadığı rivayet edilir!

Deportivo'lu taraftarlar ile Celta Vigo´lu taraftarlar birbirlerini hiç sevmiyorlarmış. Aşağı yukarı 20 yıl önce Celta Vigolular bu nedenle Deportivolular'a Türk demeye başlamışlar, ama hakaret anlamında. Deportivolu taraftarlar bunu hiç hakaret diye algılamamışlar. Hatta kendi deyimleri ile ´Türk gibi güçlü´ görünmekten cok hoşlanmışlar.

İşte bu yüzden her maçlarında en az bir Türk bayrağı açıyorlar. Bir daha baktığınızda dikkat edin, yüzde yüz görürsünüz.

Konuyla alakalı 25 Aralık 2005 tarihli hürriyet gazetesindeki Mehmet çiftçinin haberi şöyleydi.

Celta Vigo ile Deportivo La Coruna'nın karşı karşıya geldiği ve 3-0 kazandığı maçta kendilerini Türk olarak gören 5 bin Deportivo taraftarı, "En büyük Türkiye" diye bağırarak komşu Vigo kentini inletti.

GEÇTİĞİMİZ hafta sonu İspanya'da çok ilginç bir derbi maçı vardı. Galicia bölgesinin iki güçlü takımı, Celta Vigo ile Deportivo La Coruna karşı karşıya geldi. Bu derbiyi ilginç kılan olay ise, iki kentin taraftarlarının yüzyıllardır birbirleri ile çekişmeleri, kin beslemeleri... Celta Vigo'lular, Deportivo'lulara, Türklere verdikleri destek nedeniyle, Deportivo'lular da Celta'lılara Portekiz'lilere yakınlıklarından dolayı, "hain" yakıştırması yapıyorlar.

İspanya'nın kuzeyinde Portekiz sınırına yakın olan iki kent insanı, bu yakıştırmadan son derece memnun. Vigo kentinin takımı Celta'da çok sayıda Portekiz taraftar derneği var. Buna karşılık La Coruna'nın takımı Deportivo'da Türkleri, Türk bayrağını göndere çekecek kadar ateşli Türk dernekleri kurulmuş. Bu yüzden olsa gerek, Deportivo La Coruna'nın her oynadığı maçta sahaya asılmış çok sayıda Türk bayrağı görebilirsiniz. Ayrıca Deportivo'lu futbolseverlere, "Türkler" adı takılmış.

Biz de bu ilginç hikayeyi hem dinlemek, hem de bu tarihe malolmuş derbiyi izlemek için Vigo kentine geldik. Stadı dolduran 20 bin kişinin 5 bini Deportivo La Coruna taraftarıydı. Yani Celta taraftarlarına göre 5 bin Türk ile 15 bin Portekiz'li takımlarına destek veriyordu.

Karşılaşmanın başlamasına az bir süre kala bu hikaye ile ilgili çok sayıda yazı yazmış gazeteci Alberto Torres ve Türk taraftar derneklerinden birinin kurucusu olan Ricardo (La Pasion Turca) ile söyleşiye oturduk...

Alberto, La Coruna taraftarlarının nasıl Türk olduklarını anlatmaya başladı:

Barboros Hayrettin Paşa, Akdeniz'e hükmettiği sıralarda İspanya sahillerine kadar ulaşmış. O sırada İspanya'da yiğitliği ile ünlü Galicia bölgesinin delikanlıları, Barboros'a büyük destek vermişler. Bu işbirliğini içlerine sindiremeyen komşu kent Vigo'nun halkı ise La Coruna'ya Türklerle ortaklığa girmelerinden dolayı, onlara "Türkler" adını takmışlar. Bu ad sporda, özellikle de futbolda günümüzde büyük bir rekabete dönüşmüş. Buna karşılık, La Coruna halkı da Celta Vigo taraftarlarına yakınlığı ve iyi ilişkileri nedeniyle Portekiz'li yakıştırması yapmışlar.

La Coruna'da çok sayıdaki taraftar derneklerinden biri olan La Pasion Turca derneğinin başkanı Ricardo ise Türk bayrağına sahip çıkmaktan duyduğu memnuniyeti dile getiriyor. Ricardo, Deportivo La Coruna'nın Şampiyonlar Ligi'nde Yunan takımı Panathinaikos'la oynadığı maçta açtıkları 20 metreyi aşan Türk bayrağını anlatırken, "İnanın Riazor Stadı'nda yüzlerce Türk bayrağı vardı. Stadın bir ucundan diğer ucuna bir Türk bayrağı astık. Yunanlılar sahaya çıktıklarında dev Türk bayrağının yanı sıra yüzlerce ateşli taraftarın ellerindeki ay yıldızlı bayrakları görünce neye uğradıklarını şaşırdılar. Dünyanın hiçbir yerinde kendi ulusunun bayrağının dışında, başka ülke bayrağına bu kadar çok sahip çıkan bir taraftar grubu bulamazsınız" dedi.

Ricardo ayrıca Türk bayrağına Deportivo Kulübü yaşadıkça sahip çıkacaklarını ve Celta'nın Deportivo ile 2. yarıda oynayacağı maçta Türk bayrakları ile tam bir gövde gösterisi yaparak stadı "Türkiye" diye inleteceklerini söyledi.

Alberto ile Ricardo'yu dinledikten sonra Celta'nın Deportivo taraftarlarına ayırdığı bölüme geçtim. İnsan kendini adeta milli maçta hissediyordu. Celta'lılar "Türkler dışarıya" diye tezahürat yaparken, Deportivo'lular da sürekli "En büyük Türkiye" diye bağırıyordu. Onlara Türkiye'den geldiğimi söyleyince birden etrafımda yüzlerce La Coruna taraftarının beni selamlamak için elini uzattığını gördüm. Karşılaşmayı Deportivo, yani Türkler 3-0 kazandı. Sevinç sokaklara taştı. Türk bayrakları bu kez Vigo kentinde dalgalanmaya başlamıştı.

Konuyla alkalı resim görmek isterseniz.

http://www.wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=4327

 



--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com

Bu bir Osmanlı savaş fermanıdır.

Bu bir Osmanlı savaş fermanıdır.

Bir tekerlemedir bilirsiniz, “parayla değil sırayla” derler. Bu, benim anlatacağım kahramanlık ne parayla olur, ne sırayla! Çatal yürekle, iman gücüyle, yüksek karakterle ve heyecanla olacak bir şeydir bu.

*

Şimdi size bir kahramanlık hikâyesi anlatacağım. Öylesine sade, öylesine saf, öylesine temiz bir kahramanlık ki bir yandan “AB’ye Hayır” denilen, bir yandan AB’den “proje” karşılığı yüz binlerce euroların alındığı ve bu paraları alan profesörlerin kahramanlaştırıldığı bir ülkede, anlaşılamama tehlikesi var. Siz gene de bu saf, temiz, sade kahramanlar gibi sesinizi yükseltin!

*

Yıl 1912. İngilizler Hindistan’ı işgal eder. Raca, Osmanlı’dan yardım ister. Yıllardır savaş içinde olan Osmanlı bu yardımı karşılıksız bırakmamakla birlikte ancak 350 kişilik bir birliği Hindistan’a gönderebilir. Bu askerlerden 20 kadarı yolda hastalanarak şehit olur. Kalanlar Hindistan’a çıkarlar ve savaşmaya başlarlar. Mühimmat açısından sınırlı olan Osmanlı askerleri, sonuçta İngilizlere yenik ve esir düşerler. Kalanı da şehit olur.

Savaş bittikten sonra kalan 40 askerimizi İngilizler gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir İngiliz gemisi, Avustralya’ya geldiğinde iki askerimiz gemiden kaçarak Avustralya’ya çıkar. Biri Karadenizli Menteşoğlu Abdullah, baba mesleği olan dondurmacılığa; öbürü de Karahisarlı Tarakçıoğlu Mehmet’tir, o da babası gibi kasaplığa başlar.

Şimdi hikâyeye devam edeceğim ama dikkatimi ve hayranlığımı çeken bir şeye de parmak basmadan edemeyeceğim. Bu askerler dil bilmez, uzaktadırlar, pasaportları veya başka kimlik belgeleri yoktur. Nasıl olup da bu işlere girişip üstelik başarılı da olurlar. Gerçek bir “Dondurmam Gaymak” hikâyesi yani. Niye filmcilerimiz bu güzel hikâyeleri film yapmazlar bilmem!

*

1918’de Avustralya Çanakkale’ye asker çıkarır. Bizim askerler bu işi duyar ve birbirlerini ararlar.

“Biz Osmanlı askeriyiz ve ülkenizde yaşıyoruz. Avustralya devleti bizim devlete savaş ilan etmiş. Çanakkale’ye asker göndermiş. Biz de Avustralya devletine savaş açalım” derler ve şu istidayı yazarlar:

“Sayın Avustralya Başkanı Ekselans Hz.

“Biz iki Osmanlı askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki devletiniz Osmanlı’ya savaş açmış ve Çanakkale’ye asker göndermiş. Bundan dolayı biz de iki Osmanlı askeri olarak Avustralya devletine savaş açmış bulunuyoruz. Bu bir Osmanlı savaş fermanıdır. Ekselanslarının bilgilerine sunulur.”

Sonra, Sidney’in 250 km. uzağında Karlıdağlar denilen bölgede, önce virajlarda tren raylarını sökerek üç tren devirirler. Üçüncü trende askeri mühimmat vardır, onlarla silahlanırlar, 8 karakol basarlar.

Ne olduğunu bir türlü anlayamayan Avustralya’nın aklına sonradan, iki Osmanlı askerinin yazdığı mektup gelir. Mektubun atıldığı bölgeye 250 asker yollarlar. Birkaç günlük araştırmadan sonra çıkan sıcak çatışmada iki Osmanlı askeri Karlı Avustralya dağlarında şehit düşer.

Şehitlerin mezarı halen orada. Fotoğraf çekmek yasak. Avustralya’ya “iki Osmanlı askeriyle savaştık” demek ağır geldiği için, bunlara Hindistanlı derler. Bu bilgi, Hindistan büyükelçiliğinin açıklamasından alınmıştır.

*

Gördüğünüz gibi kahramanlık parayla, olmuyor. Vatan için bir şeyler yapma adına vatanı pazarlamak, Hıristiyan kulüplerine girmek, o kulüplerden, vatanın içini oymak için proje üretip para almak, dini lightlaştırmaya da gerek yok. Hutbelerden, “Allah indinde din İslâm’dır” âyetini çıkarmaya da gerek yok. Vatanı misyonerlerle doldurmak ve bir sürü Müslüman’ı bunlara kaptırmak yetmemiş gibi, bir de bunları, Vakıflar Kanunu’nu değiştirerek, yeni vakıflar açmalarına izin vererek güçlendirmeye de gerek yok. Cemaatsiz bölgelerde yetim haklarını kullanarak devlet parasıyla kilise restore etmeye hiç gerek yok. Ülke topraklarını satarak o bölgelerde Norveç kenti, Alman kenti vs kenti açmaya hele hiç gerek yok. Bunlar emekli Norveçliler ve Almanlar içinmiş. Siz bunu benim şapkama anlatın. Tarımı alt üst etmeye, en önemli “KİT”lerimizi peşkeş çekmeye, hele hele gerek olmadığı gibi, tehlike var. Kıbrıs’tan taviz vermeye, Türkmenleri unutmaya... Aman Allah’ım, ne çokmuş satılanlar ve kaybedilenler! İşte bir gazete haberi:

“Fransa Ortodoks Piskoposlar Asamblesi Başkanı ve Fener Rum Patrikhanesi’nin AB nezdindeki temsilcisi Metropolit Emmanuel, Papa’nın Türkiye ziyareti ile gerçekleştirilmek istenen hedefin ‘ekümenik bir ziyaret’ olduğunu söyledi.”

AFET ILGAZ

 



--
Arşiv:
http://osmanlimodeli.blogspot.com